2000’li yıllar histerisi
Uluslararası çapta saygın bir bilim adamı olan Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı Prof. Dr. Orhan Güvenen, Aralık 1997 tarihinde yayımlanan Capital dergisine verdiği mülakatta 2007 yılı için Türkiye’nin hedef ve beklentilerini ortaya koyuyordu. Özellikle ekonomik tahminlerde yanılma payını ciddi bir şekilde hesaba katmaya özen gösteren Güvenen, sözlerinin bir yerinde Türkiye’nin 1998 Gayri Safi Milli Hasılası’nın (GSMH) 204 milyar dolar çıkacağını belirtiyor; ancak bütün bu planları alt üst ederek ufak (!) bir faktöre değinmeden de geçemiyordu. Neredeyse kayıtlı GSMH’ya yakın bir paranın döndüğü bir ikinci piyasanın, kayıt dışı dev bir ikinci ekonominin varlığıydı söz konusu olan. 150 milyar dolar civarında GSMH’ya sahip olan bu alternatif piyasa (kayda alınmış ekonominin GSMH’sı da 200 milyar dolar civarındadır topu topu), kayıt dışı ekonomi olarak adlandırılan paralel bir piyasadır ve enflasyondan mafyaya kadar pek çok alanda inanılmaz bir sermaye, dolayısıyla da iktidar hareketine sebep olmaktadır. Düşünün: Bir ülke ki, bir yılda üretip tükettiği mal ve hizmetlerin toplamına yakın bir ikinci piyasayla birlikte yaşamaya alışmış, belki de zaman zaman bu piyasanın hareketliliği sayesinde nefes alabilmiş olsun. Böyle bir ülkede, açıktır ki, değil 2007 yılı için, 6 ay veya 1 yıl sonrası için bile tahminde bulunmak gülünç neticelere varabilir. Nitekim 1960’larda yayınlanan Hayat Tarih Mecmuası’nda ciddi ciddi 2000 yılında İstanbul’un nüfusunun 4 milyona ulaşacağı “tahmin ediliyordu”!
Buradan yola çıkarak şu soruları yöneltebiliriz: 2000’li yıllarda Türk halkının dünyaya katkısı hangi nispette olacaktır? Kültürden ekonomiye, bilim ve teknolojiye kadar pek çok sahada ortaya çıkmış bulunan Kuzey-Güneş kutuplaşmasının neresinde yer almayı hedeflemekte ve bu hedefe ulaşabilmek için hangi ayağı yere basan stratejileri gelişmektedir? İnsan hakları ve demokratikleşmede hangi noktalara varmak istemektedir? Şehirlerini planlayabilmekte ve vatandaşlarına insanca bir hayat yaşama imkanını sunabilmekte midir? PKK ve Kürt sorununu Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasını arzulayan Amerika’nın desteğiyle çözmekte kararlı mıdır? Her şeyden önce DPT müsteşarının söylediklerini bir milli politika olarak benimseyip uygulamaya gerçekten niyeti var mıdır Türkiye Cumhuriyeti’nin?
* * *
Milattan sonraki ilk bin yılın sonunda, 999 yılında Avrupa’daki dağlar, zirvelerine tırmanan Hıristiyanlarla dolmuştu. Kıyametin kopacağını düşündükleri 1000 yılında en güvenli yerler olarak gördükleri dağlara tırmanarak kurtulacaklarını zannetmişlerdi onlar. Bugün de Batı’da Fransız düşünürü Jean Baudrillard’ın deyişiyle bir ‘Millenium Histerisi’ yaşanmaktadır. Paris’te, Georg Pompidou Merkezi’nin bulunduğu Beaubourg’daki sayısal saat yüzyılın sonunun en mükemmel sembolüdür Baudrillard’a göre. Zira bu saat, bildiğimiz saatlerden farklı olarak kronometre gibi geriye doğru çalışmaktadır (5, 4, 3, 2, 1, 0); tıpkı bir saatli bomba gibi! Saat sıfıra gelince patlayacak ve hem yüzyılımızı, hem de bin yılımızı imha edecekmiş gibi bir izlenim uyandırmaktadır insanlarda.
Zamanı tersine çevirmeye yönelik bir tür büyüsel beklenti, tıpkı bin yıl önce vuku bulmuş bir millenium paniği sezilmektedir burada. Nefesimizi tutmuş, adeta tarihin duracağı ve onun ötesine geçileceği bir anı bekler gibiyiz, demektedir filozofumuz. Bu beklenti, adeta bütün bir yüzyılı yutan bir girdap oluşturmakta ve pompalanan iyimserlik havasıyla meselenin siyasal hegemonya ve çıkar hesapları gözden kaybedilmektedir. AIDS’in aşısı bulunacak, teknoloji bizlere çok daha konforlu bir hayatın şartlarını temin edecek, uzaya ve deniz diplerine yerleşecek ve insanlığın bugüne kadar sıkıntı çekegeldiği yığınla sorundan sihirli bir değnek dokunmuşçasına “arınacağız”. Tıpkı bir kuyruklu yıldızı ya da göktaşının dünyamıza değmesini bekler gibiyiz, demektedir Fransız filozofu.
Oysa sormamız gerekmez mi Baudrillard gibi: En temel ve insani problemlerimizi çözmeyi başaramamışken içinde bulunduğumuz yüzyıl nasıl olup da aşılacaktır? Açlık, trafik kazaları, cinsellik, çevre gibi sorunlar çözülmemiş olarak önümüzde dururken, dünyada ciddi bir ekonomik ve siyasal iktidar savaşı (münhasıran Batı’dan diğerlerine karşı açılmış bir savaştır bu) yaşanırken, hem de 21. yüzyıl öyle mi? Her şey bir takvim yaprağının daha düşmesiyle mucizevi bir şekilde değişecek midir?
19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın ilk yıllarında fin de siècle (yüzyıl sonu) ruhundan söz edilir. Dönemin yazarları (mesela filozof-sosyolog Georg Simmel) yaygın ilerleme telakkisinin tersine, bir yozlaşma ve çöküş görürler kültür ve toplumda. Mesela Fransız sendikacı Georges Sorel, ilerleme fikrinin, “yaşanan dönemde uğranılan fiili çöküşün üstünü örtmek için tasarlanan bir burjuva dogması” olduğunu iddia ettiği İlerlemenin Yanılsamaları (Les Illusions du progrès) adlı bir kitap neşretmiştir 1908’de. Schopenhauer da karamsarlardandı; hatta Freud!
Bugünse yaygın bir iyimserlik havası hakim. Her şeyin iyiye gideceği ve gitmesi gerektiği “dogması” karşısında Simmel veya Sorel gibi güçlü isimler de nadir çıkıyor günümüzde. Baudrillard veya Feyerabend gibilerinin sesleri ise ilerleme ve iyimserlik korosunun sesini iyiden iyiye yükseltmesi karşısında yeterince duyulamıyor. Kötümserler, idea ile irade arasındaki uçurumun kapatılamayacak şekilde açıldığını, insan iradesinin dünyanın gidişatını etkilemesinin yollarının tıkandığını düşünüyor ve hayatın akıl-dışı (irrasyonel) motivlerle yönlendirildiğini ileri sürüyorlardı. İnsanların idare etmediği fakat onları idare eden bu büyük güçler, ideoloji sayesinde binlerce örtü altında saklanabilmekte ve bizlere sanki her şey yolunda gidiyormuş izlenimi verilmektedir. Kimisi, bu ideolojik örtü arkasında yatan asıl gücü tanımak, böylece bilgi ile özgürleşmek paramparça ederek deşifre olmasında aramışlardır çıkış yolunu. Kimileri de (bunlar arasında Simmel de vardır) soğukkanlı bir şekilde modernliğin düğümlerini çöze çöze ilerlemenin uygun olacağı kanaatini taşıyorlardı. Bu düğüm çözme işlemi tamamlandığında, sistem olduğu gibi kendi içinde parçalara ayrışmış olacak ve sığındığı örtüden sıyrılmış olacaktır.
Gerçi 19. yüzyıl 19. yüzyıldır, 20. yüzyıl da 20. yüzyıl. Ancak temel tavırlar değişmemiş görünüyor. Bir başka fin de siècle’da (yüzyıl sonunda) egemen olan ‘Millenium Histerisi’nin dışında kalmaya çaba gösteren ve asıl bizi sıkıntıya sokan faktörün, bilgisayarların muhtemel tarihlendirme hataları olmayıp 20. yüzyılda çözmemiz gereken bazı temel sorunları bir sonraki yüz (veya bin) yıla devretmemizden kaynaklandığını haykıracak cesur yüreklere ihtiyacımız her zamankinden fazla gibi geliyor bana bugünlerde.