• Home
  • Genel
  • Atatürk Reşit Galip’i nasıl rezil etmişti?

Atatürk Reşit Galip’i nasıl rezil etmişti?

Basınımızda bugün olmuş, 1930’ların o gülünç Gazi ve Atatürk şaklabanlıkları bütün hızıyla sürerken şimdi de bunun “İslamcı” versiyonlarının türemiş bulunması gülünçlüğe hazinlik boyutunu da eklemiş bulunuyor maalesef.
Hadi anladık, 1920’lerde, 30’larda bir yerlerden (mümkünse TBMM’den) arpalık kapmak için birileri Atatürk’e “Yaratan (haşa), Yaşatan, Dirilten…” diye en canhıraş şiirler yazar, tumturaklı nutuklar döşenir, hatta Taflı oğlu Cevdet’in 1932 tarihli Bir Faninin Kadehleri adlı dalkavuknamesinde gördüğümüz gibi yağdanlığın amuda kalkmışını bile cömertçe sergilerlerdi. Sonuçta Taflı oğlu Cevdet Bey’in 1931 seçimlerinde mebusluğa nail olması, seçim dedikse sözün gelişi canım, düpedüz atanması da gösteriyor ki, hedef tam 12’den vurulmuştur.
Ancak 2010’lu yıllarda artık yalan rüzgarı olduğu iyice ortaya çıkan “Atatürk’ten seçme fıkralar”a kendilerine İslamcı denilen veya kendilerini bir zamanlar öyle lanse edenlerce cankurtaran simidi gibi sarılınmış olması garipten de öte sakil bir durum oluşturuyor. Doğrusu, o yaygınlaşan yanlış söyleyişle “dumur olmak” böyle bir şey mi acaba? diye düşünmeden edemiyor insan.
Dumura uğramak… Ve hele Andımız’ın mucidi olan Doktor Reşit Galip’i göklere çıkarmak, ululamak, hatta kutsamak da nereden çıktı? Öz torunu bile gazetelere verdiği mülakatlarda Andımız’ın demode olduğunu, içinde bulunduğumuz çağa uygun olmadığını söyleyip duruyor, buna karşılık güya hakikat-şinaslık şovuyla suret-i haktan görünüp Reşit Galip üzerinden Andını eleştirenlere hışımla çıkışanların bazılarının bir zamanlar aynı kulvarı paylaştığımız insanlar olması, yolun bir kısmında kimlerle yürüdüğümüz üzerinde yeniden düşünmeye davet ediyor bizi.
Kimse kusura bakmasın, ben Reşit Galip’i idealist filan diye görmüyorum. Tam tersine, kullanışlı bir adam olduğu, İstiklal Mahkemeleri’ndeki yüzlerce idam, 60 bin kafatasının ölçülmesi, Türk Tarih Kongresi’nde emsalsiz tarihçi Zeki Velidi Togan’ın Gazi’nin resmîleştirilmek istenen “tezi”ne bilimsel itirazları üzerine yeni kurulan üniversiteden kovulması, Darülfünun’dan deve dişi gibi hocaların kollarından tutulup sokağa atılması ve yerlerine Alman Yahudilerinin doldurulması gibi ciddi ideolojik operasyonlarda kullanıldıktan sonra bir köşeye atılanlardan olduğunu düşünüyorum.
Eğer dedikleri gibi Reşit Galip’de idealizmin zerresi mevcut olsaydı, sokağa attığı kimya profesörü Cevat Mazhar Bey’in ‘Beni hiç değilse bir orta mektebe hoca olarak atayın da alnımdaki şu inkılap düşmanı damgasıyla yaşamayayım, sokağa çıkamıyorum’ yakarışını cevapsız bırakmaz ve ülkemizin bu seçkin kimyacısının damarlarına baryum klorid eriyiği zerk ederek “feci çırpıntılar” içerisinde hayatına son vermesinin üzerini “Veremden öldü” diye örttürmezdi emrindeki gazetelere.

 

Nazım’a 15 yıl hapis cezası veren Doktor!

Ayıptır, yazıktır, günahtır. Bari torunu gibi “Bunları yaptı ama devrin şartları böyleydi, ne yapsın?” deyin de günahıyla beraber bırakın bir kenara.
Şeyh Said’i, İskilipli Atıf’ı, Maliyeci Cavid’i, İsmail Canbolat’ı… astıran, Rauf Orbay gibi bir kahramanı 10 yıl kürek cezasına mahkûm eden, Kâzım Karabekir Paşa ve şerefli dava arkadaşlarını idamla yargılayan ve ordu içinde kaynaşma olmasa resmen sallandıracak olan birine saygı duymamı kimse beklemesin.
Aklıma gelmişken şu bizim Nazım Hikmet sevdalılarına ne oldu dersiniz? Sus puslar değil mi? Neden acaba? Yoksa Reşit Galip’in Nazım Hikmet’i İstiklal Mahkemesi’nde 15 yıl ağır hapse mahkûm ettiren yargıçlardan biri olduğunu fark ettiklerinden mi dersiniz?
Açın Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri kitabını, Milliyet Yayınları’ndan 1997’de çıkan bu “Kemalist” incelemede Nazım Hikmet’in de, Aydınlıkçılar’ın da, Aydınlık gazetesinin o zamanki sahibi Sadrettin Celal’in de aynı davada yargılandıklarını ve tam 15’er yıl kürek, yani ağır hapis cezasına mahkûm edildiklerini okursunuz. Şimdiyse aynı gazetenin devamı olduğunu iddia eden Aydınlık gazetesi çıkmış, bana karşı bir zamanlar kendi gazetesinin sahibini mahkûm ettiren şu Reşit Galip’i savunuyor. Ziya Paşa’nın o meşhur,
Zalimlere bir gün dedirtir kudret-i Mevla
“Tallahi lekad aserekellahu aleyna”
beytini tasdik ediyor, bir bakıma suç işlemiş olduklarını kabul ve beyan ediyorlar hem de hiç farkına varmadan.

Atatürk, Reşit Galip’ten intikamını onu Milli Eğitim Bakanlığı’na atadıktan kısa bir süre sonra herkesin içinde iri yarı iki güreşçinin şefkatli ellerine teslim ederek üç kere havada çevirtmişti. Fotoğrafta Reşit Galip’in Atatürk’e karşı gayet hürmetkârâne hisler içinde olduğu görülüyor.

Meğer yılanı koynumuzda büyütmüşüz!

Bu vesileyle Reşit Galip’in etrafına örülmek istenen ve ondan bir kahraman (“Atatürk’e kafa tutan tek adam” vs.) türetmeye dönük Kemalist efsaneye de son vermekte fayda var, zira bu Reşit Galip şakası biraz fazla uzadı. Unutmayın ki, tarihi silah olarak kullanmaya kalkarsanız bir gün o silahı sizin kafanıza çevirecek birileri de çıkacaktır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun baş kısmını yazdığı ve “Sonunu bilenler tamamlasın” dediği bir hatıra dilden dile, daha doğrusu ekrandan ekrana ışık hızıyla dolaşmakta. Özetleyelim:
Reşit Galip bir gün Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’ndaki sofrasındaymış. (Şimdi birileri “O sofralarda öyle ciddi şeyler konuşulurdu ki…” demesin sakın, Safiye Ayla’nın hatıralarından öyle şeyler aktarırım ki, sıdkınız sıyrılır. Buyurun bir parçayı sonraki sayfa okuyup feyizlenelim.) Vaktiyle Atatürk’ün de öğretmenliğini yapmış olan zamanın Milli Eğitim Bakanı Esat Hoca da oradadır.
Reşit Galip sofrada eğitim sistemini ve bakanı açıkça ve şiddetlice eleştirir. Atatürk de hocasını savunur, haksızlık yaptığını söyler. Tartışma iyice kızışınca Atatürk dayanamaz ve Reşit Galip’i sofradan kovar. Bunun üzerine Reşit Galip “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır!” diye kafa tutar! Atatürk bakar ki iş kavgaya dönüşecek, sofrayı kendisi terk eder.
Efsaneyi üretenler genellikle olayın buraya kadarki kısmını aktarıyor ve “Baksanıza, o beğenmediğiniz sofrada ne cesur yürekler varmış. Atatürk de ne hoşgörülü adammış birader!” diye duble yollar döşüyorlar Kemalizmin sarsılmakta olan kalesine.
Ancak olayın bir de arka planı ve en önemlisi de aynı kaynakta ilginç bir devamı var. Onu görmüyorlar veya görmek ve göstermek istemiyorlar. Ne ki, görmek istemeyenden daha kör kim olabilir? Biz işte onların görmek istemediği kısmını okuyacağız birazdan.
Atatürk’ün uşağı Cemal Granda Kemalizm açısından şoke edici bilgiler aktardığı hatıralarında bu olayın tam da bundan sonrasını anlatan tek şahidimiz. Bakın neler neler nakletmiş:
Reşit Galip’in kalkmadığı sofradan kendisi kalkıp sarayın Harem dairesine giren Atatürk soyunurken uşağına meğer şöyle demiş:
“Desene ki yılanı koynumuzda büyütüyormuşuz!”
Atatürk’ün “yılan” dediği, anlı şanlı Reşit Galip’tir!
Ancak devamında bir süre sonra Atatürk’ün Reşit Galip’in Ankara’da verdiği bir konferansı radyodan dinlemesine ve konuşmasından memnun kalarak “gözlerinde bir sevinç pırıltısı yanıp” söndükten sonra “Kendisini affettirdi” demesine ne diyelim?
Tahmin edebiliriz herhalde: Reşit Galip o konuşmasında kimbilir hangi dalkavukluklarda bulundu da afv-ı şahaneye mazhar olabildi!
Ya o birilerinin pek hoşuna giden “onurlu adam”ın akibeti ne oldu? Granda onu da anlatıyor:
Radyoyu kapattıktan 15 gün sonra Ankara’ya gidilmiş ve Reşit Galip bu defa Çankaya’daki sofraya davet edilmiş. O da gelmiş. Atatürk sofradayken bir ara Reşit Galip’in kulağına eğilip yalnız onun duyacağı bir sesle “Yarından itibaren Maarif Vekilisiniz” diye müjdeyi fısıldamış. Nitekim birkaç gün sonra da bakan olduğu kamuoyuna açıklanmış.

 

Öyle kalkılmaz, böyle kalkılır!

Buraya kadar mesut bir hikaye gibi. Fakat bakın bu onurlu bakanın başına o gece bundan sonra neler gelmiş? Atatürk’ün çok şey bilen uşağına kulak verelim yine:
“O gece sofra oldukça kalabalıktı. Reşit Galip’in üzerinden sevinç akıyordu. Toplantının en kıvamlı anında Atatürk kapıda duran askerlerden ikisini çağırdı ve güreştirmeye başladı. (…) Güreş çok zevkliydi. Hepimiz büyük bir dikkat ve merakla sonunun nasıl geleceğini bekliyorduk. Reşit Galip’in ise merakı son haddini bulduğu bir sırada Atatürk askerlere işaret ederek yeni Bakanı “Altı Okka” yapmalarını emretti.
Hepimiz şaşırmıştık. Bakan da öyle. Daha şaşkınlığımız geçmeden o babayani iki asker, Reşit Galip’i karga tulumba kucaklayıverdiler. Havaya kalkan Bakan, önce bir iki çırpınmayı denedi; fakat ne haddine. Dev gibi muhafızların birer çelik pençeyi andıran elleri arasında kıpırdamak ne mümkün.
Toplantıda bulunanlarda heyecan son haddini bulmuştu. Sonunun ne olacağını merak ediyorlar, adeta nefes bile almaktan korkuyorlardı. Atatürk ise soğukkanlı ve tabii görünüyordu.”
Evet, Reşit Galip Maarif Vekili yapılmış, bugünkü deyişle Milli Eğitim Bakanı. Lakin onuru da ayaklar altına alınmış, elalemin içinde tıpkı bir çocuk gibi iki babayani askerin eline verilmiş, ayakları yerden kesilmiş, el ve ayaklarından kıskıvrak yakalanmış, çırpınmaktadır. Rezaletin son perdesine ramak kalmıştır.

 

Karga tulumba bakan oldu

Atatürk’ün uşağı bundan sonrasını da anlattığı için bahtiyarlığımız fevkalhaddir! Buyurun onun sansürsüz ağzından dinleyelim bu garip olayın devamını da:
“Askerler Reşit Galip’i iki üç kez havaya kaldırdılar. Tam yere vuracakları sırada Atatürk’ün işaretiyle vurmaktan vazgeçiyorlar, tekrar var güçleriyle havaya sallıyorlardı.
Birkaç kez tekrarlanan bu hoş oyundan sonra Atatürk Mehmetçiklere:
– ‘Yeter’ dedi. Sonra sofradakilere döndü. Gülerek:
– ‘Biz istersek böyle de hareket edebiliriz’ dedi.”
Herkes gibi Uşak Cemal Efendi (Atatürk kendisine ‘Çelebi Efendi” dermiş) de gördükleri karşısında şaşkındır ve bir yandan da bir bakanın düştüğü bu bu tahkir edici durumu kendince manalandırmaya çalışmaktadır.
Acaba Atatürk bu hareketi neden yaptırmıştı askerlere? 15 gün önce kendisine hakaret eden Reşit Galip’e ders mi vermek istemişti, yoksa “vaktiyle kalk dediği halde sofradan kaldıramadığı Reşit Galip’i isterse böyle kaldırabileceğini mi ima etmişti acaba?” (Cemal Granda, Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri, KentKitap: 2011, s. 79-85.)
İşte birilerinin sözde “onurlu duruş” sahibi dedikleri Doktor Reşit Galip’in asıl bu rezil rüsva oluşuna isyan etmesi ve tam da burada Atatürk’e, “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır, beni iki askere kaldırtmaya ve cümle aleme rezil etmeye asla hakkınız yoktur!” demesi gerekmez miydi?
Anlatılana göre değil bağırıp çağırmak, gıkı bile çıkmamıştır. Ne de olsa bakanlık koltuğunu altında henüz hissettiği dakikalardır.
İşte efsaneleştirilmeye çalışılan olayın arka planı ve anlatılmayan devamı…
Bir olayı anlatacaksınız başıyla sonuyla bir bütün olarak anlatın da, içki tesiriyle söylenmiş sözler ile bakanlık vaadiyle ayılmış olan zatın manidar susuşunun sebebini de iyice fehmedebilelim. Aksi takdirde tarihin bize kurduğu tuzakların farkına varmaz ve en önemlisi de, tarihteki olayları yanlış anlayarak ve anlatarak gerçeklerin önündeki engelleri kaldıramayız, hatta bir perde de biz çekeriz. Yanlış bilgi üzerine yapyanlış yorumlar bina ederiz. Efsane imalatçılığının ekmeğine yağ sürmüş oluruz.
Voltaire haklı olmalı: “En büyük acı, artık acıtmaz olmuş zincirlerin acısıdır.”

Bir yanıt yazın