Atatürk, Suudi Arabistan’ı ilk kutlayan devlet başkanıydı
Suudi Arabistan’ın hırsızların elini kesen, “katı Şeriat kuralları”nı uygulayan despot bir devlet olarak nitelenmesine ve dışarıda Usame bin Ladin ile yurtiçindeki “şeriat özlemcileri”ni besleyen para kaynağının başındaki güç olarak yaftalanmasına alıştık. Ecyad Kalesi’ni yıktırmamak bahanesiyle Suudi rejimini tartışma konusu yaptığımızı da unutmadık henüz. Gelin görün ki, aynı çevrelerin arkasına sığındıkları Atatürk’ün Suudi rejimine bakışı, hiç de zannedildiği gibi olumsuz değildir. Atatürk, Suudi devletini desteklemiş, hatta Türkiye’nin en sıkı müttefiklerinden biri olarak görmüştü.
İşte Atatürk’ün “Şeriatçı” Suudi yönetimine karşı tavrı.
Bugünkü Suudi Arabistan devleti Hicaz, Necd ve yöresini birleştiren Abdülaziz ibn Suud’un melik, yani kral ilan edilmesiyle 8 Ocak 1926 tarihinde bağımsızlığına kavuştuğunda İslam âleminde olduğu kadar Türkiye’de de iyimserlik meltemleri estirmişti. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti yönetici kadrosunun, çöken Osmanlı Devleti’nin küllerinden doğan ikinci bağımsız devlet kimliğiyle Suudi Arabistan’la yakınlaşma, hatta dayanışma içerisine girdiklerini görüyoruz. 1932’de Suudi Arabistan’ı resmen tanıyan ilk devletin Türkiye Cumhuriyeti, ilk kutlama mesajını çeken kişinin de Gazi Mustafa Kemal olması, bu şaşırtıcı gerçeğin göstergeleridir.
Daha ilginç bir nokta ise şudur: Yıllar sonra Suudi Arabistan tahtına oturacak ve 1975 yılında bir suikasta kurban gidecek olan vezir Emir Faysal, 1932’de Türkiye’ye yaptığı ziyarette kelimenin tam anlamıyla “krallar gibi” karşılanmış, yani kraliyet protokolü uygulanmıştı. Başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı olmak üzere devlet adamları ve erkânından, ayrıca halktan çok yakın ve sıcak bir ilgi görmüş, hatta gazete haberlerine bakılırsa sokağa çıktığında coşkun bir şekilde alkışlanmıştır. Türk basını ise bu ziyaret sırasında Suudi rejiminin “Şeriatçı” olup olmadığıyla değil, bağımsızlığına kavuşmuş bir kardeş İslam ülkesi diye ilgilenmiştir. Hele bu ziyaret vesilesiyle Yunus Nadi’nin “Cumhuriyet” gazetesinde yazdığı bir yazı var ki, bugün o yazının aynı gazetede yayınlanması maalesef hayaldir!
14 Haziran 1932 tarihli bu yazıda Misak-ı Milli sınırları kavramına açıklık getiren Yunus Nadi, onun yalnız Türkiye’nin bağımsızlığını değil, aynı zamanda Osmanlı’dan ayrılan ülkelerin de bağımsızlığını içeren bir proje olduğunu söyler. Yani aslında Osmanlı’dan miras kalmış olan İslam alemini koruma ve kollama işlevi, Misak-ı Milli’nin de görev alanındadır! Faysal’ın ziyaretinden heyecana gelmiş olan Yunus Nadi, Arapların birleşmesini dahi savunmuştur.
Bugünün penceresinden baktığımızda bu geziyle ilgili şaşırtıcı bir gerçeğe daha tosluyoruz. Emir Faysal’ın zaman zaman tercüman kullanmayıp İstanbul şivesiyle Türkçe konuştuğunu öğrenince o zamanın gazetecileri gibi bizim de hayret damarlarımız kabarıyor. Sebep basittir oysa: Fethi Tevetoğlu’nun verdiği bilgilere göre, Emir Faysal’ın dedesi Muhammed es-Sanayan, vaktiyle Osmanlı ordusunda savaşırken şehit düşmüştür! Üstelik gezi sırasında Faysal’ın yaverlik ve tercümanlığını yapan Binbaşı Halid Bey de Çanakkale gazilerindendir!
Faysal, Ankara’da resmî bir törenle karşılanır, ardından Çankaya’da Gazi Mustafa Kemal tarafından kabul edilir; şerefine bir ziyafet verilir. Ertesi gün Anadolu Ajansı “Gazi Hazretleri”nin gezi münasebetiyle “irad ettikleri” şu nutku yayınlayacaktır:
“[Bu ziyaret] münasebetlerini samimiyet ve karşılıklı itimad esasları üzerine kurmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti ile Hicaz-Necd ve Yöresi Devleti arasındaki bağları daha ziyâde kuvvetlendirecektir… Memleketlerinizin terakki yolunda inkişafı için sarfolunmakta bulunan gayret, Türkiye’de alâka ve takdirle takip olunmaktadır… Türk milleti, devletiniz ve milletiniz için devrin icablarına göğüs gerecek ciddî mesâide büyük muvaffakiyetler kazanılmasını bütün samimiyetiyle arzu etmektedir. Haşmetlû Melik Hazretleri ile yüksek Hânedânının saadeti ve Devletinizin ikbal ve tealisi hakkındaki kalbî temennilerimi bu vesile ile de ifade etmek isterim.”
Bunlar diplomatik nezaket kelamlarından ibaret değildir kuşkusuz. Öyle olsaydı Atatürk’ün Suudi Arabistan’ın bağımsızlığını ilk tebrik eden devlet başkanı olmak için acele etmesine ne lüzum vardı? O zamanlar Suudi Arabistan’ın bugünkü gibi “katı” bir şeriat rejimi olmadığını söyleyip, daha az Vehhabi ve daha az “İslamcı” olduğunu bahane etmeye kalkacaklar fazla heveslenmesinler. Zira Emir Faysal’ın İstanbul’daki basın toplantısında yaptığı konuşma ve gazetecilerin sorularına verdiği cevaplar basına yansımış ve hiçbir gazete de “Şeriatçılar adam kesiyor” yaygarası koparmamıştır. Genç misafir, basın mensuplarına lafı eğip bükmeden, ülkesinde Şeriat hükümlerinin geçerli olduğunu, hırsızlık yapanların ellerinin kesildiğini, katillere kısas uygulandığını, içki içenlerin mülklerinin ellerinden alınıp sınır dışı edildiğini, tiyatro ve sinemanın yasak olduğunu söylemiştir. Yine çıt yok!
O günden beri ne değişti acaba?
Demek ki, 1930’lardan 1990’lara gelene kadar kafalarımız epeyce yıkandı, çitilendi, ütülendi. Baksanıza, Cumhuriyet gazetesi dahi artık Atatürk gibi bakamıyor Suudi Arabistan’a.
O zaman son bir soru: Suudi Arabistan mı değişti, yoksa biz mi değiştik? Ya da şu: Bugün Suudi Arabistan’a husumet duyanlar, Atatürk’ün izinin peşini bırakmış olabilirler mi? İçinizden sanki, “Zaten hiç izlememişlerdi ki” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Öyleyse? Öyleysesi şu: Kolları sıvayıp yakın tarihin içine girecek ve ihtilallerin beyinlerimizi nasıl yıkadığını deşifre edeceğiz.
Faust öyle demişti değil mi: “Dostum, geçmiş bizim için yedi mühürlü bir kitaptır.”
Murat Bardakçı yine yanlış yazdı
25 Mart 2001 tarihli Hürriyet’te Tanzimat Fermanı’nı 1826’da, yani 13 yıl önce ilan ederek erken doğum yaptıran (!) refikimiz Murat Bardakçı, geçen pazar (13 Ağustos 2006) Kral Abdullah’ın ülkemizi ziyaretiyle ilgili bir yazı kaleme aldı. Başlık şöyleydi: “Gayet sıcak ağırladığımız Suudi Kralı Abdullah’ın büyük dedesinin kellesini kesmiştik.” Kuşkusuz olay doğru. Ancak vahim olan nokta, aktarılan bilgilerde tam 2 yıllık bir hata yapılması. (Üstelik Bardakçı, meslekten bir iktisatçıdır, yani hesap kitabı benden iyi olması gerekir.) Yazar, olayın 1820 yılında geçtiğini söylüyor ve Tarih-i Cevdet’te verilen 15 Safer 1234 tarihini garip bir şekilde Rumi tarih olarak alıyor. Halbuki bilindiği gibi Safer, Hicri aylardandır. Rumi takvimde böyle bir ay olmadığını bilecek kadar müktesebatı olduğunu sanıyorum yazarımızın. En azından İslam Ansiklopedisi’ne baksaydı, orada doğru çevrilmiş tarihi görür ve bu vahim hatayı işlemezdi. Bu durumda Abdullah ibn Suud’un idam tarihi, 14 Aralık 1818’dir. Üstelik Bardakçı’nın yazdığı gibi, bu tarihte bayram filan yoktu. Safer ayında ne bayramı bu üstat?
Do you want Search?
Random Post
Search