• Home
  • Genel
  • Atatürk yalnız dinin değil, ordunun da siyasetten ayrılmasını istemişti

Atatürk yalnız dinin değil, ordunun da siyasetten ayrılmasını istemişti

Atatürk yalnız dinin değil, ordunun da siyasetten ayrılmasını istemişti
Cumhuriyet’i kuran kadronun özel hayatları maalesef yazılmamıştır. Yanlış anlaşılmasın, ‘Mustafa’ filmindeki gibi içki ve kadından ibaret basit bir özel hayattan bahsetmiyorum. Kastım şu: Köklü ve keskin kırılmaların yaşandığı bir dönemde Cumhuriyet’in kurucularının karakterleri, inançları, alışkanlıkları, hobileri vs. bu değişimlere ne dereceye kadar eşlik edebilmişti?
Buyurun size şaşırtıcı bir kesit: “Atatürk pijama kullanmaz, beyaz keten entari ile yatardı.”
Sadi Borak’ın “Bilinmiyen Yönleriyle Atatürk” (İstanbul 1966) adlı kitabının 119. sayfasında geçen bu cümleye rastladığım andan itibaren bir soru işaretinin hayaletini kovamadım zihnimden: Acaba söylemleri ile eylemlerini ayrı ayrı mı değerlendirmek gerekirdi Atatürk’ün?
Fransız gazeteci Maurice Pernot’ya “Medeniyete girmek arzu edip de Garb’a teveccüh etmemiş millet hangisidir?” diye çıkışan da, tıpkı Osmanlı padişahları gibi entarisiyle yatağa giren de aynı insan. “Özyurt” operasını besteleten de kendisidir, 1932’de Ayasofya Camii’ndeki mevlidi radyodan naklen yayınlatan da. Demek ki, onun da özel hayatı, resmiyete göre daha ağır bir tempoda değişiyordu. Nitekim Atatürk’ün, erkeklerin giyim kuşamına yasal yollarla müdahale ederken, kadınların kılık kıyafetine ilişkin bir düzenlemeye gitmemesinin altında özel hayatın bu dirençli tarafını iyi tanıması yatmaktadır.
Ancak Atatürk’ün büyük bir talihsizliği, Hikmet Bayur ve Afet İnan gibi bir iki istisna dışında kendisini ciddiye alan aydınlardan mahrum bulunmasıdır. Onu öve öve göklere çıkaranlar, hatta tanrılaştıranlar bile çıkmıştır. Gelin görün ki, “Nutuk” gibi temel nitelikteki bir konuşması bile banda veya filme alınmış değildir. Bütün yazı ve konuşmaları adam gibi derlenmemiştir. Nedendir bu ihmal ve ilgisizlik?
İlgisizlik bunca İnkılap Tarihi kürsüsüne ve ölümünün üzerinden 70 yıl geçmiş olmasına rağmen aşılabilmiş değil. Hâlâ “Nutuk”un orijinal el yazılı nüshası ortaya çıkarılamadı. Bırakın onu, Osmanlıca “Nutuk” bile hatasız bir şekilde yeni harflere aktarılamadı. Açıyorsunuz, her “Nutuk” yayınında bir yığın hata.
Atatürk, CHP’den gecekonducuya kadar herkesin kılıç veya kalkan olarak kullandığı bir ‘marka’dır. Ne acıdır ki, sahipsizdir. Türkiye’de bir şiir kitabının bile telif hakkı vardır da, Atatürk’ün yazı ve konuşmalarının yoktur. Denetimi de yapılmaz. Dileyen istediği şekilde ve istediği dile çevirerek basabilir Atatürk’ün sözlerini. Tabii kendi görüşleri doğrultusunda çarpıttığını da tahmin edersiniz.
Yığınla örnekten birini vereyim yalnızca.
13 Ağustos 1923 günkü 2. TBMM’yi açış konuşması, Atatürk’ün kamusal alanda dinî söylemi vurgulu bir şekilde kullandığı son nutku olarak dikkat çeker. Cumhuriyetin kurulmasına 2,5 ay vardır ve henüz cumhurbaşkanı olmamış bir Mustafa Kemal Paşa konuşmaktadır kürsüde:
“Maruzatıma hitam vermeden evvel cümlenizi büyük bir vazifenin ifasına davet etmek istiyorum. Geçirdiğimiz buhranlı günlerin şerefli kahramanlarını hep beraber takdis edelim. Onlardan câm-ı şehâdeti nûş etmiş [şehitlik şerbetini içmiş] olanların ruhlarına Fatihalar ithaf edelim.”
Başkanın bir hocaefendi edasıyla yaptığı davet üzerine milletvekilleri ayağa kalkarak şehitlerin ruhlarına Fatiha gönderirler.
Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923’e geldiğimizde aynı dinî söylemin sürdüğünü görürüz. Şöyle der çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı: “Allah’ın inayetiyle şahsıma buyurduğunuz ve buyuracağınız vezâifi hüsn ü ifaya muvaffak olabileceğimi ümid ederim.”

Mustafa Armağan

Nihayet geliyoruz o kırılma noktasına. Tarih: 1 Mart 1924, yer TBMM kürsüsü. İki gün sonra hilafetin kaldırılacağını göz önüne alarak okuyun lütfen şu satırları:
“Memleketin hayat-ı umumiyesinde orduyu siyasetten tecrid etmek [ayırmak] umdesi, Cumhuriyetin daima nasb-ı nazar ettiği bir nokât-i esasiyedir. (…) Bunun gibi intisap ile mutmain ve mesut bulunduğumuz diyanet-i İslâmiyeyi, asırlardan beri müteamil olduğu vechile bir vasıta-i siyaset mevkiinden tenzih ve îlâ etmek elzem olduğu hakikatini müşahede ediyoruz. Mukaddes ve lâhuti olan itikadat ve vicdaniyatımızı muğlak ve mütelevvin [değişken] olan ve her türlü menfaat ve ihtirasata sahne-i tecelliyat olan siyasiyattan ve siyasetin bütün AZVİYATINDAN bir an evvel ve katiyen tahlis etmek milletin dünyevî ve uhrevî saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle diyanet-i İslâmiyenin maâliyatı tecelli eder.”
Bu Mustafa Kemal Paşa’nın TBMM’de yaptığı son ‘dinsel içerikli’ konuşmadır. 1 Kasım 1924 tarihli nutkunda dinî söylemi terk etmiştir. Ertesi yılki konuşmasında ise Şeyh Said isyanında şehit düşen askerleri “en içten duygularla yad” etmekle yetinecektir.
Özet olarak M.Kemal iki ilke üzerinde duruyor. Ona göre ordu ile dini, eskiden beri yapılageldiği gibi siyasete karıştırmak, her ikisinin de yüceliğini ve temizliğini lekeler. Bunun için “orduyu siyasetten tecrit etmek” ile İslam’ın kutsal inancını çıkar oyunları ve ihtiraslara açık olan siyasetin ‘iftiralarından’ kurtarmak bu milletin dünya ve ahiretteki mutluluğunun şartıdır.
Burada Atatürk’ün sadece dini siyasetten ayırmakla yetinmediğini, orduyu da siyasetten ayırmayı temel ilke olarak vurguladığını görüyoruz. Dinin siyasete alet edildiğini Atatürk’e bağlayarak savunanlar acaba ordunun siyasete alet edildiği durumlara göz yummakla Atatürk ilkelerine aykırı davranmış olmuyorlar mı? Bırakın göz yummayı, ordunun darbe yapmasını Atatürk adına meşrulaştırmak için alkışladıklarına, askeri göreve davet ettiklerine az mı şahit olduk? Dün 27 Mayıs’tı adı, bugün Ergenekon…
Dikkatinizi çekti mi bilmem, yukarıda büyük harflerle doğrusunu verdiğim isnadlar, iftiralar anlamındaki “azviyat” kelimesi, bütün yayınlarda hep “uzviyat” olarak yanlış yazılmıştır. Tabiatıyla ‘yeni dile’ çeviriler de yanlışı katmerlendirmiş, “Atatürk’ün Bütün Eserleri”nin 16. cildinde “uzuvlar”, Türk Dil Kurumu tarafından basılan “Söylev ve Demeçler”de ise “kıpırdanışlar” olmuştur.
Komik, gerçekten komik. Yıllar yılı Atatürk’ün parasını yiyip anlaşılmaz ’tilcik’ler icat ederek bu milletin diliyle fütursuzca oynayan gafillere sormamız gerekmez mi: Siz hangi hakla Atatürk’ün dini siyasetin “iftiralar”ından kurtarmak gerekir dediği bir cümleyi, “uzuvlar” veya “kıpırdanışlar” diyerek anlaşılmaz bir kılığa sokarsınız?
Artık yeter. Oyun bitti. Ya da asıl oyun şimdi başlıyor. m.armagan@zaman.com.tr

30 Kasım 2008, Pazar

Bir yanıt yazın