Danıştay’ın kararı ve akabinde neşredilen Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle tekrar Fatih’in bize emanet bırakığı Ayasofya Cami-i Şerifi unvanına avdet eden bir “Ulu Mabed”in trajik hikâyesidir bu.
Bundan 88 yıl önce “restorasyon” yapılacağı gerekçesiyle kapıları ibadete ve kutsallığa kapatılmış olan ve 1 Şubat 1935 tarihinden başlayarak müze yapılan, nihayet 10 Temmuz 2020 günü
Kutlu Fetih’in altına silinmez damgasını basmış olan Fatih Sultan Mehmed tarafından 1 Haziran 1453 günü cami yapılan bir kutsal mabedin dinî karakterini “laiklik adına” berhava etmenin, onu seküler/gösterisel/teşhire dönük, “para basan” bir “fabrika”ya, bir tür darphane – ye, soğuk bir resmî daireye dönüştürmenin bir yanda maşerî vicdanda, öbür yanda hukukun ve tarihin bağrında açtığı yaranın tedavisine dönük bir hatırlama veya “kutsala dönüş” çağrısı anlamında bir “restorasyon” çabasına ihtiyaç vardır.
11 Mayıs 330 yılında takdis edilen ve Sırbistan doğumlu İmparator Büyük Konstantin tarafından resmî törenle kurdelesi kesilerek açılan Konstantinopolis’in ve bütün Bizans dünyasının zamanla en görkemli mabedi ve imparatorluk protokolünün baş katedrali rolünü üstlenecek olan Ayasofya, 1 Haziran 1453 gününe rastlayan ilk Cuma namazından sonra Fatih Sultan Mehmed’in kılıçtan keskin iradesiyle “Müslüman” yapılmıştı. Bu kritik dönüm noktasından tam 481 yıl, 7 ay sonra ve tam 14 asırdır toprağında oturmakta olduğu şehirde veya ülkede herhangi bir “din değiştirme” veya “dinsizleşme” hadisesi vuku bulmadığı hâlde (oldu mu yoksa?) Ayasofya Camii seküler (laik) bir kurum, bir teşhir (gösteri) nesnesi, efsununu yitirmiş soğuk yüzlü “para basan” bir işletme, yani devlet müzesi kimliğiyle arz-ı endam edecektir karşımıza. Ta ki 2020 Temmuzuna kadar…
Öte yandan 1400 küsur yıllık “Ulu Mabed” tecrübesi yanında sadece 85 yıllık müze geçmişi bize farklı bir şeyler söylüyor olmalı. Bugün kutsallık hâlâ tütüyorsa kadim mabedin mermerlere bürünmüş teninden, bu, küskün meleklerin nurdan kanatlarını üzerinden henüz çekmediğindendir. Maalesef on binlerce turistin Orta Çağların Vandallarını andırır bir surette her Allah’ın günü içerisine kafileler hâlinde doluştuğu ve ne yazık ki, kahkahalar dâhil, her kafadan çıkan ayrı bir sesin -muhteşem akustiğin de etkisiyle- kakofoniye, giderek stadyumdaymış gibi manasız bir gayri insanî uğultuya dönüştüğü Ayasofya gezilerinin, ziyaretçilerini kabuktan ve “vitrin”den öteye götürmek gibi bir şansı ve hatta niyeti bulunmuyor. Bulunmuyor ama yine de hangi dinden olursa olsun, dünyanın dört bir yanından kafileler hâlinde insanlar Ayasofya’nın çekim gücünden bir türlü kendilerini kurtaramıyor, onun müşfik kubbesi altına atılmaktan ve profan medeniyetten bir an için uzaklaşıp kutsalın tebessümüne muhatap olmak hayalinden de kopamıyorlar. Zira kutsal, modern medeniyetin bütün aleyhte gayretlerine rağmen ocağını hâlâ tüttürmektedir onun kadim bünyesinde, duvarların epeyce içine saklanmış da olsa…
Peki biz ne istiyoruz?
Açıkça söyleyelim:
Biz Ayasofya’da kutsalın (mukaddesatın) direnişini destekliyor ve zafer kazanmasını istiyoruz. Bizanslı tarihçi Prokopius’tan romancı Dan Brown’a, seyyah-ı fakir Evliya Çelebi’den Târih-i Ayasofya’yı kaleme alan Aleksandr Konstantinidî’ye kadar “Ulu Mabed”de bu dünyaya ait olmayan manevî bir boyuta tesadüf edenlerin boşa kürek çekmediklerini, kadim medeniyet zincirinin son görkemli halkası olan Osmanlıların bu ulu geleneğin en etkili sembollerinden olan Ayasofya’nın maddesine olduğu kadar manasına da sahip çıkmalarının aslında kutsalın sesi ve nefesiyle kurdukları -lakin bizim bir türlü hakkıyla kuramadığımız- derunî bağla ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Bu sebepledir ki, Ayasofya’nın 1 Şubat 1935 yılında resmen müze olarak ziyarete açılmış olmasının, binanın sadece camilik vasfını değil, bacası tüten “kutsal ocak” olma vasfını da tehlikeli bir şekilde zedelediğini düşünüyorum.
Şunu da belirteyim ki, “İnsanlığın Son Adası” olan Osmanlı’nın meşru ve tarihî mirasçıları olarak “Ulu Mabed”e bu tarz bir profan müdahaleye hakkımız bulunmuyordu. Ezcümle Ayasofya’ya 1935 yılında layık görülen feci muamelenin anlamı, kutsalı profana kurban etmektir, esir vermektir, ırzını tabir caizse düşmanına teslim etmektir. Kutsalın son sığınağı olan İslam’a karşı bu ülkede yapılan hamlelerin çoğu için de geçerlidir bu tespitimiz.
Sanat tarihçisi Prof. Dr. Aykut Köksal’ın da bir yerde çok net bir şekilde ortaya koyduğu gibi, Cumhuriyet ile birlikte kendimizi Ayasofya’yı var eden kadim gelenek zincirinden dışarıya çıkarmaya çalışmamızdır asıl vahim hata. İşte Prof. Köksal’ın bir açık oturumda ortaya koyduğu o harikulade tezin özeti:
“Fetihten sonra Osmanlı Ayasofya’yı hiçbir şekilde dışlamamış, ötekinin, başka bir kültürün üretimi olarak görmemiş. Osmanlı’nın Ayasofya’yla ilişkisi, Bizans’la ilişkisini çok net ortaya koyuyor. (…) Ayasofya’yı müze yapmak, kendi dışına atmak demektir. Ayasofya’nın bir kültür mirası olarak bir süreklilik içinde yaşatılması için müzeye dönüştürülmesi gerekmezdi. Onu müze yapmak, bir anlamda kendi kültürümüzün dışında görmenin bir uzantısı. (…) Cumhuriyet, üzerinde oturacağı kültürel mirası tanımlarken bir dönemi (İslami dönemi-MA) dışarıda bırakma tavrındaydı. Antik Yunan’dan başlayarak Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen bir dönemdi bu. (…) Cumhuriyet önce kendi coğrafyasının belleğini (hafızasını) reddetmiş.”[1]
Her cümlesinin altına aynen imzamı atıyorum bu çarpıcı yorumun. Bu topraklarda Osmanlı’yı yıktıktan sonra Lozan’da yerine kurulmasına izin (“tapu”) verilmiş bulunan Türkiye Cumhuriyeti, tarihindeki süreklilik zinciri üzerinden bir millî kimlik oluşturmak yerine seçmeci davranmış, geçmişindeki bazı “arzu edilmeyen” bölümleri (mesela Osmanlı’yı) toplumsal hafızadan silmek ve sadece “arzu edilenleri” (İslam öncesi Anadolu medeniyetleri ile hayalî bir Şamanist Orta Asya Türk medeniyetini) öne çıkartmak suretiyle kendince kurmaca ve seçmece bir çarpık ve yapay tarih oluşturmaya girişmiş, hatta bu uğurda neredeyse Osmanlı etiketli bütün değerlerin üzerine bir Haçlı Seferi (Crusade) açmıştır.
İşte Cumhuriyetin Ayasofya’ya bakışı bu çarpık kültür politikası yüzünden daha en baştan sakat doğmuştur. Aykut Köksal’dan aldığımız parçanın Cumhuriyetin “bizden olmayana” odaklanmış çarpık kuruluş zihniyetini ustaca deşifre ettiğini düşünüyorum. Dolayısıyla kutsallık ve onun zarfı mesabesindeki geleneğin zincirinin Cumhuriyetin ilanının ardından kesilmesi veya oluşturulacak “millî kimliği”nden dışlanması, giderek ötekileştirilmesi, Fatih’in Ayasofya Vakfiyesindeki okkalı lanetinde göreceğimiz üzere bir tür bereketsizlik ve uğursuzluk olarak yansıyacaktır dünyamıza.
Öte yandan faaliyet hâlindeki bir volkanın, fokur fokur kaynamakta olan bir kutsal ocağın müze yapılarak söndürülmesiyle gelen bereketsizlik ve uğursuzluk ne hatır tanır, ne sınır; serseri bir mayın gibi hayatımızın o üzerine çok titrediğimiz imtiyazlı alanlarına gelir, lodosun şişirdiği dalgalar gibi zaman zaman ruhumuzun kıyılarına vurur.
İşin aslı şudur:
Bu millete açıkça bir yalan söylenmektedir. Ayasofya Camii’ni biz ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Yunanistan, Bulgaristan ve diğer Batılı devletlerin daha Balkan Savaşı yıllarından itibaren canlanmış olan Haçlı zihniyetine rehin verdik. Baskılarına boyun eğdik. Bunu açıkça itiraf edelim. Yöneticilerimiz “Kilise olmayacaksa cami de yaptırmayacağız” şeklindeki İngiliz menşeli formüle 1932-35 tarihleri aralığında teslim oldu ve Osmanlı’nın kutsal tebessümüne âşık olduğu bir camimizi göz göre göre müze yaptı.
Gözümüzü kamaştıran çıplak görüntü bu; ve bu görüntü hepimizi ürküttüğü içindir ki, bahane kabilinden sürekli yalan söylüyoruz. “Efendim, Ayasofya esasen insanlığın veya medeniyetin malıdır, evrensel mirastır vs.” diye lafı eğip bükmeyin, dosdoğru söyleyin: Biz İngiliz “yeni dünya düzeni”ne uyum sağlama sürecinde Ayasofya’yı da safra olarak Batı’nın kucağına atmıştık! deyin, kurtulun. Bunu düzgün bir şekilde söyleyeceğimize yalanlar uydurmak ve gerçeği örtbas etmek gibi son derece tehlikeli bir yola sapıyoruz. Oysa biliyoruz ki, söylenen her yalan, başka alanlarda da yalan söylememizin önünü açacak lanetli bir kapıdır.
Bakın, bir psikoloji deneyinden nasıl çarpıcı bir sonuç çıkmış:
Deneyde 85 kadın deneğe bir markanın orijinal güneş gözlüğü verilmiş, ama içlerinden bir gruba, verilen gözlüğün taklit (çakma) olduğu söylenmiş. Garip ama, gözlükleri orijinal olduğu hâlde çakma olduğu söylenen deneklerin diğer gruba göre daha fazla hile ve yalana başvurdukları gözlenmiş. Araştırmacıların bu deneyden çıkardığı acı sonuç ise şu olmuş: Taklit ürünler kullanmak dünya görüşümüzü de değiştiriyor, sahteleştiriyor.
Nasıl mı? Şöyle:
“Omzuna sahte Dolce & Gabbana çanta takan biri aynı zamanda fikren de tutarsız hale geliyor. Bir yandan sahip olmak istediği statüye kavuşmak için sahte ürün kullanırken, öte yandan kendini de sahte hissediyor. (…) Sahte ürünler insanın kendisini de sahteymiş gibi hissetmesine neden oluyor.”[2]
Ayasofya hususunda halka on yıllardır yalan söylenmesi bizim kendimizi değersiz hissetmemizle sonuçlanacak bir dizi başka yalana da kaynaklık etmişti. Bu yalanların tarihle ilgili olanlarını başka kitaplarımda açıkladığım için burada onlara girmeyeceğim. Yalnız şunu hiç unutmayalım:
Ayasofya bizim kutsalla kurduğumuz bağın sırlı düğümlerindendir. O düğümü şüpheli ve hukuka aykırı bir sözde kararnameyle kesmek manevî ve kültürel nasibimizi de kesmek anlamına gelmiştir, gelmektedir ve ibadete açılmasaydı gelmeye devam edecekti.
Uzun lafın kısası, müze yapmak suretiyle Ayasofya’dan kutsallığı silip süpürür ve bunu da bir yalan katarının önüne katarsanız farkında olmadan hayatınızın birçok başka alanındaki kutsal unsurları da kapının önüne süpürmüş, bir başka deyişle murdar etmiş olursunuz. İnsanların başka kutsallara inançlarını de değersizleştirmiş, hatta çürütmüş olursunuz. Oysa kutsalı tamamen yok etmek gelmez elimizden; biz kimiz, bu dikey merdiveni insanın kalbinden söküp atmak kim. Onu bir süreliğine insanların zihninden ve gönlünden uzak tutabilirsiniz sadece. Perdeleyebilirsiniz olsa olsa. Lakin geri döneceği (“feth” veya “keşf” olunacağı) vakte kadar öz yurduna hicret eder; ama yok olmaz. Şu veya bu şekilde geri döner. Zira onu ebediyen hayatınızdan sürgün veya yok edemezsiniz.
Bu dünyanın ekseni (axis mundi) odur çünkü. Başka bir suret içinde geri dönmesini istemiyorsanız onun istediği tarzda geri dönmesine müsaade etmeliydiniz!
Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya Vakfiyesi’ne öz eliyle koydurduğu şartların gereğini yerine getirmeye boynumuzun borcudur. İstanbul’un fethinin sembolü olan bir vakfın lanetinden ve İslam Peygamberi (sas) tarafından övülmüş olan Sultan’ın bedduasından kurtarmaya davet etmek için Ayasofya’yı tekrar cami yapmaktan başka çıkar yol yoktu.
Yalnız bundan sonra Ayasofya’nın kutsal ile silinmek üzere olan kadim bağını zihinlerde yeniden canlandırmamız lazım…
“Biz seferle mükellefiz, zaferle değil”. Bir başka deyişle, biz yalnız talep ve ısrar etmekle yükümlüyüz. Ayasofya Camii’ni ibadete açmak bizim elimizde değildi. Hatta kimsenin elinde değildi. Onu açtıracan Cenab-ı Rabbül âlemîndir. Bizim gayretimiz rıza-i Bari’ye teveccühtür vesselam.
Ayasofya Camii’ni ibadete kapatmaya dayanak olarak gösterilen sahte “kararname” ile kusursuz bir hukuk cinayeti işlenmişti ve “hukuk devleti” olmayı bir kenara bırakın, “devlet” olduğunu iddia eden en basit bir idarî teşkilatın dahi bu “zâhir ve bâhir” zulmü tashih etmeden, yani Ayasofya Camii’nin boynuna yine o “kutsal gerdanlığı” geçirmeden hukuk ve adaletten bahsetmesi onu tarih ve hakikat mahkemesi önünde sakil bir mahcubiyete düçar edecekti.
Ayasofya Camii’nde artık Fatih Sultan Mehmed ve Akşemseddin hazretlerinin secde ettiği yerlere ayakkabıyla basma ayıbından kurtulduk. Alnımız o mübarek zemine 481 yıl boyunca olduğu gibi duvar ve kubbelerine kadar her köşesinde yankılanan Allah, Allah sesleri eşliğinde varacak.
Lakin bugün insanımızın ruhuna ekilecek bir Ayasofya şuuru, nicedir unutulmaya bıraktığımız bu toprakların asli kimliğine dair bir büyük farkındalığın inkişafına da öncülük edebilir. Nitekim Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Temmuz 2020 akşamı yaptığı manifestovari konuşmada dile getirdiği gibi Ayasofya’nın fethi Mescid-i Aksa’nın da fethinin başlangıcı olacaktır inşaallah.
[1] Bkz. “Bizans mirası üzerine tartışma”, Cogito, Sayı: 17, Kış 1999, s. 380-382.
[2] Roelf Bolt, Yalancılar ve Sahtekârlar Ansiklopedisi, Çeviren: Tevfik Uyar, 3. baskı, İstanbul 2016, Domingo Yayınları, s. 11.
2 Comments
ömer
17 Haziran 2021 at 15:02Hocam Selamün aleyküm, elinize dilinize gönlünüze, emeğinize sağlık.
Sizi hemen hemen bütün platformlardan takip ediyorum. Sosyal medya platforlarında katogorize etme olmadığı için sizin paylaştığınız her hangi bir konudaki yazıları oralarda bulmak zor oluyor. Bu sitede daha kolay ve anlaşılır bir biçimde aradığımızı bulabiliyoruz. Son, sosyal mecralarda yayınladığınız yazılarınız buralarda yok. Acaba buralar da koysanız olur mu?
Sitenin altında twitter bölümü var biliyorum hoca lakin dediğim gibi kategorize yok maalesef. Delil bulma konusunda daha hızlı olamak zaman kazandırıyor.
Size bu konuda da gönüllü yardım ederim hocam. ALLAH razı olsun, ellerinizden öperim.
Mustafa Armağan
15 Ağustos 2021 at 23:37Son yazılarım siteye girilmeye başlandı. Ssoyal medyayı buraya taşımak takdir edersiniz ki bir külfet. Orada ararken diyelim twitterda “mustafarmagan suriye” şeklinde ararsanız benim suriye hakkındaki tvitlerim önünüze çıkacaktır. Selamlar