Bayramlar zamana bağlı değildir ki eskisin! İnsan doğasının yenilenmesi için altın bir fırsat sunan, mahsustan aralık bırakılmış kapılardır. Bu yüzdendir bayramlar eskimez, her mevsim yeniden doğar. Yeter ki varlığa susadığımızın farkına varalım.
Bu bayramda iyi bir şey yapın ve geçmişe doğru bir yolculuğa çıkın. Yalnız kendi hatıralarınıza değil, kolektif hatıralarımızın alacalı dünyasına. Söylemesi benden: Bugünümüzün pek çok tıkanmış damarı o alemde hala gürül gürül akmaya devam etmekte. Sizi bilmem ama ben gönlümün dudaklarını onların mermer çeşmesine dayamak istiyorum bu mübarek günde. Şair Nedim’in dediği gibi, onların sinelerinde Cennet suyu saklı çünkü. Şimdi buyurun, o sudan birkaç damla içmeye…
Umur-ı Mülkiye Nazırı Pertev Paşa’nın torunu Abdülaziz Bey’in (1850-1918) Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri adlı kitabına göre, ekabir konaklarında kurban bayramı merasimleri şöyle cereyan edermiş:
Zilhicce ayı yaklaşınca hane sahibi kendisine olduğu kadar eşine, çocuklarına, vefat etmiş anne ve babasına, yine vefat etmiş zevce ve evlatlarına birer güçlü ve büyük koyun alır, onları en az üç beş gün konağın ahır kısmında besletirdi. Koyunların marya, yani dişi olmamasına (koç tercih sebebiydi), gözlerinin sağlam olmasına, boynuzlarının kırık veya organlarının eksik bulunmamasına dikkat edilirdi. Hane sahibi bir tekkeye mensupsa oraya da adak adıyla gereği kadar kurbanlık gönderilirdi. Hatta kendisinin ve çocuklarının hocalarına, ebelerine, dadılarına vs. biri kendisi, öbürü hanımı adına birer çift koyun gönderenler olurdu. Kurbanlıklar güzelce yıkanır, tüyleri taranır, boynuzları zeytinyağıyla yağlanır, temiz otlar üstüne yatırılarak bayram gününe kadar özenle bakılıp beslenirdi.
SOFRADA TURUNÇ REÇELİ
Hane sahibi paşa ise padişah ile resmi bayramlaşma (muayede) törenine katılmak zorunda olduğundan bayram namazını padişahın gittiği camide kılardı. Paşa değilse mahalle camisinde kılınan namazdan sonra doğru evinin bahçesine gelir, kurbanlıklar için kazılmış çukurların başındaki buhurdanlıklardan tüten ve kan kokusunu bastırmaya yarayan güzel kokular arasında tekbir getirerek kurbanını ya bizzat keser veya başka birisine toptan değil, teker teker isimlerini sayarak vekalet verirdi. İlk kesilen kurbanın kanından evin en küçük çocuğunun alnına sürülmesi ve postunun tekkeye yollanması adettendi. Kurban kesim işlemleri bittikten sonra hane sahibi konağa döner ve iki rekat şükür namazı kıldıktan sonra asıl bayramlaşmaya geçilirdi.
Kurban etleri üç parçaya bölünürdü. İlk parça eve ayrılır, diğer iki parça medrese talebelerine, karakoldaki askerlere, dul ve kimsesiz kadınlara, bekçilere, tulumbacılara vs. dağıtılırdı. Abdülaziz Bey’in dikkatimizi çektiği bir nokta da, kibar misafirlerin ziyaretlerini yemek vakitlerine denk getirmemeye özen göstermeleridir. Özen gösterilen hususlardan bir diğeri de, aşırı et tüketimi yüzünden bozulmaya meyyal sindirim sistemini düzeltmek için sofrada tatlı olarak muhakkak turunç reçeli bulundurmaktı.
Osmanlı devrinde ilmiyeden olmanın ayrıcalıklı bir yanı vardı. Mesela üst düzey bir bürokratla bayramlaşmaya gittiğinde binek taşında karşılanır, iki ağa koluna girerek yukarı çıkarır ve efendinin odasına girince, şimdiki gibi kolonya olmadığı için gülabdanla karşılanır, eline ve üzerine gülsuyu serpilir, sonra tepsiyle şeker ikram edilir ve sıra kahveye gelirdi. Kahvenin yanına yumuşak peynir şekeri ayrı bir kapta konulur, bir süre sonra ev sahibi ağalardan birisine şeker tabağını almalarını söylerdi. Bu, misafire bayramlaşmanın bittiğinin ihtarı olarak kabul edilirdi. Tabii ki ‘Kalk, git’ demek değildi ama misafirin serbest bırakıldığı böyle bir dille söylenmiş olurdu.
Bu defa Topkapı Sarayı’ndayız ve kılavuzumuz ise Enderunlu İlyas Ağa. Arife günü padişah ikindi namazını Hırka-i Saadet dairesinde kıldıktan sonra Arz Odası’na gelerek sedef tahtına oturur, davullar çalınır, ardından mehter yeri göğü inletmeye koyulurdu. Saray ağaları, sultanın huzurunda tomak oyunu oynayıp üzerlerine çil paralar serpilirdi. Padişah sonra hareme geçer ve bayram hazırlıkları başlardı. Bayram sabahı padişahın Arz Odası’nı şereflendirmesiyle sarayda bayram başlamış olurdu. Bayram namazı Sultanahmet Camii’nde eda edildikten sonra Hırka-i Sadet Dairesi’nin kapısı yanında kırk kadar koç kurban edilir ve ilk koçu bizzat padişah keserdi. Ardından resmi bayramlaşmaya geçilirdi.
MEHTER EŞLİĞİNDE BAYRAMLAŞMA
Mehter nevbet vurmaya başlayınca Enderun ağalarından başlayarak herkes sıraya girip tahtında oturan padişahın bayramını kutlardı. Daha sonra padişahın Beyazıt’ta bugünkü İstanbul Üniversitesi bahçesinde bulunan Eski Saray’a gittiğini ve orada kalan yaşlı harem kadınlarına ile haremağalarına bağışlarda bulunduğunu biliyoruz. Bu arada baltacılar da ihsandan nasiplenmek için tomak oyunu oynayıp padişahı eğlendirirler ve çil çil altınlar onların da üzerine yağardı.
Bundan sonrası, bürokratların birbirlerinin bayramlarını tebrik etmek için yollara düşme vaktidir. Buna devr-i ebvab denilirdi, yani kapı kapı dolaşma. Devrin en büyük ricalinden en küçüğüne kadar bayramlaşmaya gitmek şarttı. Herhangi birisini atladığınızda cezası vardı. Bu yüzden bayramlarda, özellikle İstanbul’da memurlar yollara dizilir, gelirlerinden hatırı sayılır bir kısmını yol parası olarak harcarlardı. Tabii gittikleri yerlerde dağıtılan bahşişler de cabası. Böylece bayram, küçük memurlar için tam anlamıyla bir ekonomik yıkım oluyordu.
ABDÜLMECİD YASAKLADI
Ancak 1845’te Sultan Abdülmecid resmi bir bildiri yayınlayarak devlet memurlarını bu külfetten kurtardı. Memurlar bundan sonra yalnız saraydaki törende hazır bulunmakla yükümlüydü. Yani bir bakıma bayramlaşma resmen yasaklanmıştı! Bu da Osmanlı yönetiminin artık geleneksel (kadim) saray adetlerinden vazgeçmeye başladığı anlamına geliyordu. Bir ara II. Abdülhamid bayramlaşma işine eski ciddiyetini kazandırmaya çalışmışsa da, o eski dünyayı bir daha geri getirememiştir.
Dinler tarihçisi Mircae Eliade ‘Dindar insan, varlığa susamış insandır’ der ve ekler: ‘Bayramlarda devreye giren kutsal zaman, bizi kökenimizle buluşturmayı amaçlar ve bütün dalların birleştiği kökü bizim üzerimizden sürekli güncelleştirir.’
Dolayısıyla bayramlar zamana bağlı değildir ki eskisin! İnsan doğasının yenilenmesi için altın bir fırsat sunan, mahsustan aralık bırakılmış kapılardır. Bu yüzdendir bayramlar eskimez, her mevsim yeniden doğar. Yeter ki varlığa susadığımızın farkına varalım. O hep orada sabırla beklemektedir, şahdamarımızı…
MENDİL YERİNE YEMENİ
Çocukluğumuzda mendillere sarılı bayramları bilirdik. Meğer zengin konaklarında çocuklara harçlık yanında mendil değil, yemeni ve çevre verilirmiş. Kibar çocuklarının bayram kapıları da çok renkliydi. Lalalarıyla beraber uzun bir bayram gezmesine çıkan çocuklar, akrabalar haricinde ebelerine, öğretmenlerine gider, evde özel olarak süslü sepet ve kutulara konularak hazırlanmış şekerleri hediye olarak götürürlerdi. O zamanlar mendil ‘halktan’ çocukların hediyesiymiş! Bundan sonrası bayramın ikinci gününe ait eğlence faslıdır. Ve bayramlar çocukların saatine ayarlıdır bu gün. İstanbul’un Fatih Camii avlusu, Unkapanı, Kadırga’daki (şimdi park olan) Cinci Meydanı, Davutpaşa, Eğrikapı ve diğer meydanlarda sallanan beşiklere, kolan salıncaklara, dönme dolaplara, atlı karacalara (karıncalara değil!) evsahipliği eder, çocukları büyülü alemine adeta esir alırdı. Oğlanlar ata binmeyi, kızlar ise öküz veya at koşulmuş etrafı açık, tepesi kırmızı ihramla örtülü arabalarda mahalleleri gezerdi.
Salih MERCAN