Türkiye devleti ve toplumu, yakın geçmişiyle yüzleşmeye devam ediyor. Bu yüzleşmeye Tek Parti iktidarının dini sembollere karşı yürüttüğü sistematik politikalar da dahil.
Başbakan Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu arasında süren “Tek Parti dönemi CHP ve camiler” tartışması, her ne kadar siyasetçiler arasında polemik konusu olarak yürüse de asıl olarak tarihçilerin alanı ve son sözü söyleyecek olanlar da onlar ve elbette belgeler.
Biz de öyle yaptık ve tarihçi Mustafa Armağan ile Cumhuriyetin o ilk on yıllarında nasıl bir sekülerleşme projesinin hayata geçirildiğini örnekler ve belgeler üzerinden konuştuk.
Yayınlanmış çok sayıda tarih kitabı bulunan Armağan, aylık olarak çıkmaya başlayan Derin Tarih dergisinin de genel yayın yönetmeni.
Başbakan Erdoğan ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu arasında süregelen bir tartışma var malumunuz. Yakın dönem üzerine de çalışan bir tarihçi olarak söyler misiniz, CHP’nin Tek Parti iktidarı döneminde özel bir cami politikası var mıydı? Ya da dinle, dinin görünürlük alanlarıyla ilgili nasıl bir politikası/sorunu vardı CHP’nin?
Bütün tartışmanın ağırlığını camilerin ahır yapılmasına raptiyelemek yanlış olur. Çünkü bu, sekülarizasyon projesinin bir parçasıydı. Sekülarizasyon, Avrupa’da iki manada kullanılır: 1) Dini bakışın dünyevi bakışa transferi. Buna laiklik ya da laikleşme de diyebiliriz. 2) Dini temsil eden kurumun sahip olduğu mülklerin, devlete, kamuya transferi. Bu, Fransa’da, İngiltere’de vs. 18.-19. yüzyıllarda gerçekleşti. Kilisenin elinden büyük mülkler alındı veya alınması için mücadele verildi. Napolyon bile o mücadelenin bir parçası olmuştur. Türkiye’de de 1920’lerin ortalarından itibaren her iki anlamda sekülarizasyon süreci başladı. Yani dinin dünyevi bir alana çekilmesi, dini efsununun kaybedilmesi yanında dini temsil eden cemaatlerin elinden kontrol ettikleri mülklerin, maddi imkânların alınması süreci yaşandı. Dini temsil eden kurum burada cami; cemaat veya vakıfların ellerindeki mülklerin devlete aktarılması ya da dünyevi aktörlere transferi (satılması) sözkonusu.
CAMİ PARASI ANKARASPOR’A
Bu da vakıflara el konularak yapılıyor?
1930’lu, 40’lı yıllarda gazetelerde çıkan Vakıflarla ilgili haberlerde bunu görebiliyoruz. Mesela 1934’te Cumhuriyet’te çıkan bir haberde şu camileri, mescitleri sattık, gelen paralarla okul yaptık, Ankaraspor kulübüne yardımda bulunduk, meşhur Cumhuriyet balolarının yapıldığı Ankara Palas’ı inşa ettik, tramvay şirketine katkıda bulunduk… deniliyor. Vakıflar Genel Müdürü yapıyor açıklamayı. Hadi camileri sattınız, peki satılan camilerin parasından Ankaraspor kulübüne pay ayrılmasını nasıl açıklayacaksınız? Sporun, eğlencenin gelişmesi için paraya ihtiyaç vardı, onun için sattık mı diyeceksiniz? Anlaşılıyor ki, dünyevi alandaki yapılacak reformların bir kısmının finansmanı vakıf mallarının satışıyla karşılanmış.
TÜRKİYE İSLAM DEVLETİNE DOĞRU
Bir taşla iki kuş vurulmuş aslında. Hem dini simgeler ortadan kaldırılmış, hem o parayla “çağdaş” kurumlara yatırım yapılmış?
Bunun pek çok örneği var. Türkiye’de 1920–23 arasındaki o özel, “İslamcı” diyebileceğimiz oluşumu açıklamak gerekir. Çünkü bu dönemde Mustafa Kemal’in Balıkesir Hutbesini, Meclis açış konuşmasını, Milli Mücadele’nin “Mücahede-i Milliye”, yani Milli Cihad olarak adlandırılmasını, Meclisin duvarında asılı Sancağ-ı Şerifi vs. görebilirsiniz. Mecliste şimdi “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir” yazısının yerinde Şura ayetinin yazılı olduğunu görebilirdiniz. Bu gerçekten “özel” bir dönemdir ve dönemdeki dini hava bize Türkiye’nin o tarihlerde bir İslam cumhuriyeti olmaya doğru gittiğini gösterir.
Dönemin şartlarıyla ilgili olarak mı, bir gereklilik olarak mı ortaya çıkan bir şey bu? Yoksa bir siyaset mi?
İki yanı var. Birincisi, zaten savaşı başka türlü kazanamazdınız. İnsanlara moral motivasyon vermeniz lazımdı. Bunu da ancak dinle yapabilirdiniz. Silah yok, mücadeleye inanç yok, maddi imkânlar çok sınırlı. Yeni bir oluşum içindesin, zaten meşruluk sıkıntısı var. İster istemez dinin meşruluk sağlayıcı gücünü kullandılar. Bu, kaçınılmaz bir şeydi. İkinci olarak bunu İslam dünyasını harekete geçirmek için de kullandılar. Bizi işgal eden devletler başka Müslüman ülkeleri de yönetiyordu. Fransa Cezayir’deki, İngiltere Hindistan’daki Müslümanları sömürgeleştirmişti. İşgalci devletleri kendi sömürgelerindeki Müslümanları ayağa kaldırarak sıkıştırmak, bize karşı çok sert davranmamalarını sağlamak, o dönemdeki Hilafetçi ve “dinci” politikanın amaçlarındandı.
DİNDEN UZAKLAŞMA LOZAN’DA TELKİN EDİLDİ
Çok akıllıca aslında…
Bu “dinci” politika, 1923 baharına kadar devam ediyor. Kâzım Karabekir diyor ki: “1923’ün Şubat, Mart ayı gibi Ankara’da bir şeyler değişmeye başladı”. Şubat-Nisan 1923 Lozan’ın kesinti, yani fetret aylarıdır. Bu sırada bir şeyler değişti. Şubat’ın 10’una doğru Lozan’dan dönüyor İsmet Paşa. Kâzım Karabekir, İsmet Paşa, Mustafa Kemal, Fethi Okyar ve Tevfik Rüştü arasında din tartışmaları cereyan ediyor. “İslamiyet ilerlemeye manidir (Fethi Okyar). Müslüman kaldıkça bizi yaşatmayacaklar. Hocaları kaldırmadıkça bu memleket adam olmaz (İnönü). Arapoğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler (Atatürk)” şeklinde konuşmalar geçtiğini söylüyor. Kendisi şu tezi savunuyor: “Bu fikirler onlara Lozan’da telkin edildi. Orada bir tehdit veya telkin gördüler ve ‘Müslüman kalırsak bizi yaşatmazlar’ söylemini benimsediler.”
EĞER MÜSLÜMAN KALIRSAK…
Diğerleri Karabekir’in bu tezine ne diyor?
Kâzım Karabekir, İsmet Paşa’yla yakın dost. Bir keresinde “İsmet” demiş, “bu tehlikeli fikirler size Lozan’dan geldi değil mi?” İsmet’in kendisine dolaylı bir cevap verdiğini aktarıyor: “1. Dünya Savaşı’na biz Almanlar, Bulgarlar ve Macarlarla birlikte girdik. Hepimiz yenilmemize rağmen sadece bizim bağımsızlığımız ortadan kalktı. Onların bağımsızlığına Hıristiyan oldukları için dokunulmadı. Bundan sonra da Müslüman kimliğimizi öne çıkartırsak daima tehlike altında yaşayacağız.” Dolaylı yoldan iddiamı tasdik etmiş oldu İnönü, diyor.
İnönü bir çıkarsama yapmış o zaman, öyle mi? Yoksa direktif almış da onu mu tevil etmeye çalışıyor?
Bunu tam olarak bilemiyoruz. Lord Curzon’un sekreterinin not defteri var Stanford Üniversitesi Kütüphanesi’nde. Bu defteri bulup inceleme yapabilirsek daha sarih bir fikir edinebiliriz.
ATATÜRK: ANAYASAMIZ KURAN’DIR
Sizin kanaatiniz nedir?
Benim kanaatim de aynı yönde, çünkü Lozan kesintisi sırasında, 7 Şubat 1923’te Mustafa Kemal, Balıkesir hutbesini veriyor ve “Anayasamız Kuran’dır” diyor. 1924 Anayasasını ilan ettiği Meclis açış konuşmasında ise eski anayasayı eleştiren, laik ve dünyevi bir anayasanın neden gerekli olduğunu savunan biri haline geliyor. Nisan 1924’e kadarki süreçte dinî alanı daraltan o kadar çok ‘inkılap’ yapılıyor ki. Hilafet kaldırılıyor, medreseler kapatılıyor, Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırılıp yerine Diyanet İşleri Reisliği kuruluyor. Hilafetin kaldırılması ve medreselerin kapatılması çok vahim hadiselerdir.
ASLINDA MEDRESELER KAPATILMADI
Nasıl?
Biliyor musunuz, medreseler aslında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla kapatılmadı. Kapatılmış olsa Vakıflar Kanunu’na aykırı düşecekti. Vakıflar Kanunu diyor ki: “Vakıflar onu vakfedenin malıdır”. Medreseleri kapatsa, vakıfları yine yaşamaya devam edecekti. O yüzden daha incelikli bir plan yapılıyor ve bütün medreseler kanunla Milli Eğitime devrediliyor, kasasında ne kadar parası, malı, geliri varsa olduğu gibi MEB’e geçiyor. Böylece 600 yıllık medrese birikimi olduğu gibi MEB’e aktarılıyor. Bunlar olduktan sonra MEB de diyor ki: “Medreseleri devam ettirmeyeceğim, okula çevireceğim”. Dolayısıyla hem medreseler MEB’in gelir kaynağı, binaları da mülkü oluyor, hem de medreselerin vakıflarına alternatif yaşama yolu kapatılmış oluyor. Bir taşla iki kuş yani.
PEKİ CAMİLER NE OLACAK?
Aslında bir “el çabukluğu” seziliyor?
Sekülarizasyonun medreseler üzerinden nasıl işlediğini gösterir bu. 1924 sonrasında dini alanın zayıflatılması için daha da cüretkâr adımlar atılıyor. Arapçanın, din derslerinin okullardan kaldırılması, alfabenin değiştirilmesi, şer’i hukuk yerine medeni hukukun getirilmesi… Gündemde olan camilerin kapatılması da bu bağlamda değerlendirilmeli. Bataklık dururken duvarda sinek avlamaya gerek yok. Bu bir zihniyet meselesi. Medreseler halledildi, peki camiler ne olacaktı? Bir sürü insan devam ediyordu camilere; vaaz dinliyor, velhasıl laikçi politikanın kulvarından çıkıyordu. 1924’te Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak camilerin mülkleri Vakıflar idaresine devrediliyor, devlet vakıflara el koyuyor, Diyanet ise camileri sadece “işletiyor”. Özlük işleri bile ancak 1960’larda Diyanet’e bırakılmıştır.
Başbakanın açıkladığı camilerle ilgili belgeler tarihçilerin zaten bildiği belgeler miydi, yeni belgeler mi?
Büyük bir kısmını biliyorduk. Şunu söyleyeyim ki, Başbakanlık Arşivi’nde tahminimizden de çok belge var.
CAMİİDEKİ ATLARI TATARLAR MANGAL YAPTI
Başbakanın göstermediği belgelerde neler var?
Ahır kelimesi çok sivri olduğu için insanlar oraya takılıyor ama asıl büyük resme bakmamız lazım. Zaten doğrudan devlet bir yeri ahır yapamaz. Birisine satar ya da kiralar, adamın da hayvanlarla işi varsa orayı ahır olarak kullanır. Ya da Bursa’da Mollaarap Camii’nde olduğu gibi cami askeriyeye tahsis edilir. Onun da ahıra ihtiyacı varsa camiyi ahıra çevirir. İşin tuhafı, Mollaarap mahallesi sakinleri Tatar. Yani at eti yiyorlar. Camiyi boşalttırmak için atları kaçırıp dağda mangal ziyafeti çekiyorlar. Çaresiz kalan asker camiyi boşaltıyor.
CUMHURİYET GAZETESİ: SİTTİ HATUN CAMİİ AHIR OLDU
Bir caminin ahır olarak kullandığına dair belge var mı?
23 Mayıs 1948 tarihli Cumhuriyet’te yayınlanan haberde (gazete kupürüne bakıyoruz) Silivri Kapı’da Sitti Hatun Camii’nin kiraya verildiği, kiracının da cami ve bahçesini ahır olarak kullandığı yazılı. Başbakan Erdoğan satılan 800 kadar cami ve mescitten bahsetti. Bunların 500’ü ayakta, 300 kadarı arsa halinde. Ayrıca cami etrafındaki türbe, hamam, han vs. topladığınızda 3 bin 500 parça satılan eserden bahsediyoruz. Bu kadar tarihi eserin veya arsasının satılması, kiralanması, başka amaçlarla kullanılması gerçekten büyük bir olay. Yine de bu rakam olayın bütününü yansıtmıyor. Çünkü Başbakan’ın verdiği rakamlarda yıkılan camiler yok.
CAMİ YIKILIYOR SAZ EVİ YAPILIYOR
Camiler hangi gerekçelere yıkılmış?
Mesela deniliyor ki yola gidecek. Bursa’da Heykel’in karşısında Sarı Abdullah Camii vardı. 1939’a kadarki resimlerde görülüyor, gayet gösterişli bir cami. Dümdüz ediyorlar. Bunun gibi yüzlerce yıkılan cami var. Muş’ta Murad Paşa Camii mesela. O kadar sağlam yapılmış ki, kazma kürekle yıkamayınca dinamitle havaya uçuruyorlar. Bunu bizzat görenler var. Yakınlarda yeniden yaptırılan Vefa Camii 1925’de yıkılan eserlerden. Ya da Sirkeci’de garın üst tarafındaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii Tek Parti döneminde yıkılmış, yerine içkili gazino olan Anadolu Sazevi açılmış. (Cami yerindeki saz evi fotoğrafını gösteriyor.) Bu cami, merhum Turgut Özal zamanında yeniden yaptırılmıştır (mimarı Aydın Yüksel). Halbuki Vakıflar en azından caminin yerine ne yapıldığını takip etmeliydi; etmemiş.
CHP’YE TAHSİS EDİLEN CAMİLER VAR
Cumhuriyet Halk Partisi’ne tahsis edilen camilerden bahsediyorsunuz, neyi kast ediyorsunuz?
Bazı camiler doğrudan CHP teşkilatına tahsis ediliyor veya satılıyor. Mesela Adana’daki Ali Dede Mescidi CHP il binası yapılmış. İstanbul Aksaray’da Kara Mehmed Paşa Camii 1928’de CHP’ye satılmış. İstanbul Küçüksu Camisi ise minaresi yıkılarak CHP’ye verilmiş, üstüne de kocaman CHP yazılı bir tabela asılmış.
Bu da, iyice kör göze parmak bir durummuş yani?
Türkiye o yıllarda CHP’nin fethettiği ülke gibi. Herşey, herkes ‘fetih hakkı’ olarak adeta imtiyazlı bir sınıfın emrinde. Bunu rahmetli Adnan Menderes çok güzel dile getirmiş Mecliste. “İnönü, bu memleketi kendisine verilmiş bir fetih hakkı olarak görüyor” diyor ve “Yeter artık Paşa, düş milletin yakasından” diye yüzüne karşı eleştiriyordu. Bence asılmasına asıl sebep, CHP’ye yönelik bu ağır eleştirileriydi.
ATATÜRK’ÜN DE İMZASI VAR
1925’lerden, 1930’lu yıllardan bahsediyoruz, yani Atatürk’ün hayatta olduğu yıllardan. O dönemde Atatürk’ün hilafına hiçbir şey yapılamayacağına göre ama bütün bunlar da yapıldığına göre; Atatürk, İnönü başkanlığındaki tek parti hükümetinin cami politikasına zımnen onay vermiş demek mi oluyor? Atatürk neresinde bütün bu olup bitenlerin?
Ayasofya Kararnamesinin altında kimin imzası var sizce? Bundan büyük kanıt olur mu? 500 yıla yakın İslamiyet’e hizmet etmiş bir camiden bahsediyoruz. 1934’te Bakanlar Kurulu kararıyla ibadete kapatılıp müze yapılıyor. Kararnamenin altında Atatürk’ün, İnönü’nün ve bakanların imzaları var. Benden söylemesi: Bu cami tartışması kaçınılmaz olarak Ayasofya’ya dayanacaktır. Ayasofya’nın tapusunda sahibi Fatih Sultan Mehmed gözüküyor. Fatih Sultan Mehmed Vakfı Ayasofya’nın sahibiyse ve Vakıflar Kanunu “vakfedilen eserin amaç dışı kullanılamayacağını” amirse, bu kararname hukuk nezdinde geçersizdir. Hem 1934’te, hem bugün Bakanlar Kurulu kanuna aykırı kararname çıkaramaz, çıkarırsa iptal edilir. Buna benzer daha pek çok örnek var.
“AL BU CAMİİ SENİN” KARARNAMESİ
Mesela, paylaşır mısınız?
Mesela 1934 yılına ait bir Bakanlar Kurulu kararnamesi var. Atatürk, İnönü, Şükrü Saraçoğlu, Şükrü Kaya ve diğer bakanların imzası var. Diyor ki: “İstanbul’da Yedikule’de İlyas Çelebi Camii’nin civarında namaz kılacak başka alanlar olduğu ve etrafta yaşayanların gayri Müslim olduğu cihetle, ihyasına lüzum olmayan mezkûr caminin bilâmüzayede satılmasına…”. Anlaşılan müzayedeyi, açık artırmayı da çıkarmışlar devreden, kendilerine yakın birini belirlemişler. “Al bu cami senin” diyecekler. Başbakanlık Arşivi’nde Atatürk ve İnönü’nün imzasını taşıyan bu türden çok sayıda belge var.
“ALLAHÜ EKBER” DİYENE 3 AY HAPİS
Tamam, Osmanlı yıkıldı, Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Erk sahibi dönemin yetkilileri, savaştan çıkmış bu yorgun, fakir ve Müslüman halkı Batılılar gibi görünmeye, öyleymiş gibi yaşamaya zorladılar. 1) Devletliler bu cesareti ve gücü nereden buldu, 2) Müslüman halk bunu nasıl kabul etti?
Ee Hilafeti kaldırmışlar zaten. Harfleri değiştirmiş, medreseleri, tekkeleri kapatmışlar. Bunları devletin imkânlarını kullanarak yapmışlar. Karşı çıkan oldu, olmadı değil. Şapka giymeyiz diye Erzurum’da sokaklara çıkan yüz kadar kişiden 10’u idam edildi. Şapka giymediği için idam edilen insanlardan bahsediyoruz. Dile kolay; onca genci idam ettiren Kenan Evren sıra kendi yargılamasına gelince canını GATA’ya zor attı, gördünüz. Can tatlı çünkü. İnkılaplara en ufak bir direniş en şiddetli şekilde mukabele görürdü. Toplum bazı şeyleri sineye çekti ama özellikle Kur’an öğrenimi ve ezan konusunda direndi. Bu pasif direniş, içe kapanma ve Kuran öğretimini ya da ezan okumayı evinde sürdürme şeklinde sürdürüldü. Devletin mukabelesi çok sertti. Mesela “Tanrı” yerine “Allah” dedin miydi 3 ay hapis yatıyordun, dayağın da haddi hesabı yoktu. Yanlışlıkla diyenin de başına geliyordu aynı kovuşturma.
İÇİŞLERİ BAKANI İLE CHP SEKRETERİ TAKİPTE
Bunu tespit ve takip etmek de çok zor bir iş değil mi?
Bakın size bir belge göstereyim: CHP Genel Sekreteri Recep Peker’e 1936 yılında Dâhiliye Bakanı vekili Celal Bayar imzalı bir resmi yazı bu. 10 Ocak 1936 gün ve 3/14 sayılı yazıda diyor ki Bayar: “Kırşehir vilayetinin Kaman nahiyesinde Arapça tekbir alan müezzin Yusuf oğlu Hüseyin hakkında yapılan incelemede, tekbiri bilmeyerek aldığı anlaşılmış ve adliyeye teslim edilmiş olduğu vilayetin bildirisinden anlaşılmıştır”. Düşünün, müezzin ‘yanlışlıkla’ “Tanrı uludur” yerine “Allahü Ekber” diyor ve bu bir koca bakan ile koca CHP genel sekreterini ilgilendiren büyük bir mesele haline geliyor! Olay sadece 800 caminin satılması değil yani. Bakanlar Kurulu bir köyde gariban bir müezzin “Allah” mı dedi, “Tanrı” mı dedi, bununla meşguldü!
SULTANAHMET CAMİİ ASKERLİK ŞUBESİ
Evet. Camileri askerlerin kullanması nasıl oluyor peki?
1. Dünya Savaşı ile İstiklal Savaşı’nda bazı camiler işgal edilmiş. Keza 2. Dünya Savaşı sırasında da askeriye camileri işgal ediyor, el koyuyor. 1939’da bir karar çıkıyor “Gerektiğinde camilerin askerlere tahsis edilmesi” diye. Bu dönemde bütün camiler için asker “Burası bana lazım, kapatın” diyebiliyor ve orası ibadete kapatılıyordu.
Ne olarak kullanıyor camileri asker?
Kimisini depo, kimisini askere alma dairesi, cephanelik vs. yapıyor. Halen yaşayan bir tanık var, Elazığ’da çok değerli bir hocaefendi, Abdullah Nazırlı, Allah uzun ömürler versin, kendisiyle bir söyleşi yaptırmıştım. Diyor ki: “Bizi 1941 yılında getirdiler İstanbul’a. Nereye koydular dersiniz? Sultanahmet Camii’ne!” Düşünün, bir sanat eseri olan cami askerlik şubesi yapılmış. Askerler 3-5 gün orada kalıyor, tuvaletlerini dahi içeriye yapıyorlar, sonra sevk ediliyorlar. Soruyorum: İstanbul’da hiç metruk bina, boş yer mi yoktu ki Sultanahmet Camii’ne, Selâtin camilere el konuluyordu.
“KUBBELERE DELİKLER AÇALIM”
Böyle bir şeyin akli bir nedeni, gerekçesi olabilir mi ki zaten?
Doğru, hem kutsal mekân, hem sanat eseri. Neresinden bakarsanız bakın, bunun bir mazereti olamaz. Sanat tarihçimiz Celal Esat Arseven’in anlattığı olayı hatırlayın: Sultanahmet Camii’ni resim ve heykel müzesi yapmak istemişler. “Ama” demişler ki “biraz karanlık, kubbelerinden delikler açalım da içeriye ışık girsin”. Bunların düşünüldüğü, Dolmabahçe Camii’nin 1960’a kadar Deniz Müzesi yapıldığı bir dönemden bahsediyoruz.
“DİN YASAKLARINDA GALİBA BİRAZ İLERİ GİTTİK”
Bugünkü CHP’ye tavsiyeniz ne olur peki geçmiş vakaları, belgeleri bilen bir tarihçi olarak? Kemal Bey, hem eski CHP’den yeni bir CHP çıkarmaya, hem de CHP’nin geçmişine sahip çıkmaya çalışıyor. Ama sonuç itibariyle “O iş öyle değil” dese de hemen ertesi gün öyle olduğunun belgesi çıkıyor ortaya…
1947 Aralık’ına dek CHP’nin din politikasında kendince bir tutarlılık var. Camileri kapatmak istiyorsa kapatır, kimseyi dinlemez. Çok partili hayata geçilip halkın teveccühünün bir çığ gibi Demokrat Parti’ye yöneldiğini görünce CHP yetkililerinde şafak atıyor, hata yaptıklarını kurultayda itiraf ediyorlar.
Hangi cümlelerle itiraf ediyorlar?
“Biz nerde yanlış yaptık?” diye bakıyorlar ve 10 yılda 15 milyon genç yarattıkları bu toplumun kendilerini el üstünde taşıması gerekirken, gidiyor Haso ile Memo’ya oy veriyor, diyorlar. Bunu nankörlük (!) olarak gördüklerini söylesem… Bunun önüne nasıl geçeriz, diye sorguluyorlar ve ‘Galiba biz bu din işinde biraz ileri gittik, yumuşatalım’ kararı çıkıyor.
APAR TOPAR TÜRBELERİ AÇIYORLAR
Nasıl bir yumuşama oluyor 1948’den itibaren?
Türbeleri kapatmışlardı mesela. Oysa Fatih’in, Kanuni’nin türbelerini kapatmanın dinle bir alakası yoktu, çünkü bunlar birer sanat eseriydi aynı zamanda. Bunun halkta tepki uyandırdığını görünce 1950 seçimlerinden birkaç ay önce kendi çıkardıkları inkılâp kanununu değiştirip türbeleri apar topar açıyorlar. O arada İmam Hatipler, din dersinin seçmeli olması, İlahiyat Fakültesinin açılması vs. de gündeme geliyor. Size 1950’de yaşanan ilginç bir olaydan bahsedeyim mi?
Buyurun lütfen.
Hürriyet gazetesinden Hikmet Feridun Es, ilk defa muhabir olarak Hacca gidiyor. O yıllara kadar Hacc da yasaktı biliyorsunuz.
1948’E KADAR HACCA GİTMEK YASAKTI
Ne!? Hacc yasak mıydı gerçekten?
1948’e kadar Hacca gitmek yasaktı. Resmen “Ben Hacca gidiyorum, bana döviz verin” (ki döviz almadan yurt dışına çıkamıyordunuz) diyerek müracaatta bulunamıyordunuz. Ancak çok zengin olanlar, bir tür oyunla, kandırmacayla gidebiliyorlardı. Diyelim ki, Suriye’de akrabası var, akrabamı ziyaret edeceğim diyerek ve çok da belli olmasın diye Hacdan 4, 5 ay önce yola çıkıp yine hacdan 3, 4 ay sonra dönecek şekilde gidip gelebiliyorlardı. Bu da bir yıl demektir. Dükkanını kapatıp düzenini bozarak neredeyse kahramanca bir çabayla gidermiş gidebilenler.
İLK HACC İZLENİMİ SKANDALA DÖNÜŞÜYOR
Hakikaten çok çarpıcı ve üzücü… Hikmet Feridun Es ile ilgili anekdota dönersek…
İlk defa bir Türk gazetesinde Hacc izlenimlerini anlatmak Hikmet Feridun Es’e nasip oluyor. Hürriyet’te yazı dizisi başlıyor. Büyük olay oluyor, gazete ciddi tiraj alıyor, sonraki yıllarda Hacca muhabir gönderme adeti böyle başlıyor. Çünkü millet Kutsal Topraklarla ilgili her türlü bilgiye aç. Es, bir gün Kâbe’nin anahtarcıbaşısı Şeyh Şeybî ile görüşmesini ve onun “Cumhur Reisiniz İsmet Paşa’nın validesinden bir mektup aldım. Kâbe örtüsünden bir parça istemiş! Güzel bir parça hazırlatıp gönderdik” sözlerini yazıyor. Ve olay patlıyor.
“İNÖNÜ’NÜN ANNESİ ASLA KABE ÖRTÜSÜ İSTEMEZ”
Nasıl patlıyor?
Ertesi gün Hükümet resmi bir bildiri yayınlıyor. Diyor ki: “Kesinlikle böyle bir şey yoktur. İsmet İnönü’nün annesi Cevriye Hanım kesinlikle Kâbe örtüsü istememiştir. Böyle bir örtü de gelmemiştir”. Hikmet Feridun Es ertesi gün cevabı yapıştırıyor: “Görüşmenin kayıtları elimde. Kâbe anahtarının emanet edildiği kişi niye yalan söylesin? Bana anlattığı olay bu, ben de yazdım, dileyen gitsin, sorsun. Fakat Cumhurbaşkanının ailesini ilgilendiren bir meselede Hükümet niye bildiri yayınlıyor? Hükümete ne oluyor?” Olay bir anda skandala dönüşüyor. Demek istediğim, İnönü’nün annesinin Kâbe örtüsü istemesi bile CHP içindeki bir takım insanları rahatsız etmiş ve büyük bir tepki uyandırmış. Benzer reflekse sahip bir çevre hala var CHP çatısı altında. Doğrusu Kılıçdaroğlu’nun yerinde olmak istemezdim. Bu ağır mirasın sahiplenemeyeceği o kadar tarafı var ki. Ama sahiplenmek zorunda, yoksa orada kalamaz. Galiba bilgisi de bu tartışmaya girmeye yeterli değil. Ya cahil cesaretiyle konuşuyor, ya da hakikaten inkâr etmekten başka çaresi yok. Hâlbuki ‘O tarihlerde bunlar olmuş bitmiş, biz belgelere saygılıyız, bunu o dönemin özel şartlarında değerlendirmek lazım’, demesi kendisine biraz nefes aldırırdı.
Tarih danışmanlığını kim yapıyor acaba?
Fikrim yok. Ama iyi bir danışmana ihtiyacı olduğu kesin.
ARAPÇA EZAN 18 YIL BOYUNCA YASAK
Ezan yasağı nasıl yaşanıyor?
1932-1950 arasında 18 yıl boyunca ezan yasaktı. Hatta 1950’ye gelindiğinde Arapça ezanı unutan müezzinler vardı.
Peki cemaatin camilere devam oranında bir azalma oluyor mu?
Sözlü tanıklar şunu ifade ediyor: Bazı hocaefendiler “Türkçe ezan, ezan değildir. Bir yerde ezan okunmadan namaz kılınmaz. Ezansız namaz kılıyoruz, bu namaz kabul olmaz. Evinize gidin, alçak sesle ezanınızı okuyun ve ailenizle ya da küçük cemaatler halinde namazını kılın” demişler. (Mesela Said Nursi Türkçe ezana ‘şarkı’ dermiş ve müezzinleri alçak sesle Arapçasını okuduktan sonra Türkçesini okumaları konusunda uyarırmış.) İşte bu sırada camilerden büyük kopmalar oluyor. Bu da Tek Parti hükümetinin işine geliyor. Böylece ikinci aşama devreye giriyor.
CAMİLERİ CHP BURJUVAZİSİ SATIN ALIYOR
Boş camilerin satılması aşaması mı?
Evet. Bu kadar cami var ama cemaati yok, o zaman satalım, kiraya verelim, yıkalım aşaması devreye giriyor.
Camileri almak konusunda halkın hakikaten talebi oluyor mu?
Halkın geneli bundan çekiniyor ama satın alanların büyük kısmı zaten CHP’nin kendi burjuvazisi. Muazzam bir camiyi düşük bir fiyata, mesela 4-5 bin liraya satıyorlar. Halk satın alan adamdan almak istiyor, o da beş misli fiyat çekiyor. Çok partili hayata geçildikten sonra bu camilerin mahalle cemaati tarafından satın alınıp tekrar camiye çevrildiği örnekler var çok sayıda.
Camilerin başına gelen fenalıklar hakkında kayıtlar yeterli mi, akademik çalışmalar var mı?
Tek tük var. Şahsen böyle bir belgesel eser ihtiyacını duyuyorum. Bütün süreci belgeleriyle ortaya koyan sözlü tanıklar, kayıtlar, nerede ne yapıldığını bulabileceğimiz derli toplu bir envanter kitap üzerinde çalışmak istiyorum.
“YEŞİL DEMİREL” İNÖNÜ’YÜ ELEŞTİRİYOR
İnönü’nün “Biz hiçbir camiye dokunmadık” sözleri üzerine Yeni İstiklal gazetesi okura bir duyuruda bulunarak herkesi tanık olduğu vakaları yazmaya davet ediyor galiba, değil mi?
Sırf o yazı dizisini bile kitap yapsanız, bu mesele vuzuha kavuşur. Demirel o dönemde İnönü’nün Tek Parti devrinde halkın dini duygularını hiçe saydığını dile getiriyor, tabii İnönü de inkâr ediyor. 1966’daki Demirel ile şimdiki Demirel arasında büyük fark var tabii. Şaşıracaksınız belki ama o zamanki Demirel’de bugünkü Erdoğan’dan yansımalar vardır ya da tersi…
Allah sonlarını benzetmesin.
Benzemez. Demirel asker karşısında geri adım attı, Erdoğan ise ileri adım. Öte yandan asker-sivil ilişkileri, hak ve özgürlükler ve dinî söylemler bağlamında benzeşiyorlar. 1965-71 döneminde adeta Menderes’in devamı, hatta biraz daha “yeşil”i diyebileceğimiz bir portre çiziyor Demirel. Buna mukabil İnönü kalkıyor, “Biz hiçbir camiyi kapatmadık” diye insanları aptal yerine koyuyor. Mehmet Şevket Eygi’nin çıkarttığı Yeni İstiklal gazetesi de bir ifşa kampanyası başlatıyor, okurları bildiklerini paylaşmaya çağırıyor. Aylarca ihbar mektupları yağıyor gazeteye.
CAMİLERE YAPILAN KİLİSELERE DE YAPILIYOR
Camilerin başına gelen bu kötülükler kiliselerin başına da geliyor mu?
Onlar da nasiplerini alıyor tabii. Diyarbakır’dan Yusuf Mihail adında bir vatandaş mektup yazıyor. “Bakın” diyor “biz Hıristiyanız, kiliselerimize el konuldu, cezaevi, depo yapıldı. Ancak Müslümanların camilerine uluorta tecavüz edilmesi bizi de çok yaraladı”. Babamın anlattığı bir olay var. Urfa’da Hekim Dede Mahallesinde Fırfırlı Kilise var (şimdi cami). Babamların evlerinin hemen arkasındaki Fırfırlı Kilise 1940’larda hapishane yapılmış. Hatta evlerine bir hırsız giriyor, zavallı hırsız arkasının cezaevi olduğundan habersiz. Ev halkı çıtırtıyı duyunca uyanıyor, o da kendini kilisenin bahçesine atıyor! Yani cezaevine! O dönemde çok sayıda kiliseye, okula vs. de el konuluyor. Şimdi Vakıflar o el konulmuş gayri Müslim mallarını iade etmeye başladı. Müslüman vakıflara da iadelerin başlaması lazım.
Fadime ÖZKAN
http://www.stargazete.com/yazar/fadime-ozkan/politika/bazi-camiler-chp-teskilat-binasi-olarak-kullanildi/yazi-557656