Kopamadığım alışkanlıklardan biri, fırsat buldukça eski gazete ve dergileri karıştırmaktır. Onların sararmış sayfaları arasında nice hakikatin gözlerden nihan beklediğine şahit olur, bugünün zihinlerimizi kelepçelemiş gündemini onlar sayesinde delmeye çalışırım. Zira tarihte unuttuğumuz o kadar çok şey var ki, bildiklerimiz onların yanında devede kulak kalır.
Türkiye’de muhafazakâr ve Müslüman basının öncülerinden “Yeni İstiklal” gazetesinde rastladığım bir yazı beni Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin hayatından bilinmeyen bir sayfaya kanatlandırırken kaderin bizlere nasıl bir gelecek hazırlayacağı üzerinde de düşünme fırsatını vermiş oldu.
Nizamettin Nazif Tepedelenli-oğlu’nun “Yeni İstiklal”de “Elli yıl evvelki bir hatıra” başlığıyla anlattığı olay neresinden bakarsanız bakın ibretlik dersler taşıyor. (7 ve 28 Eylül 1966)
Yazarın derdi, Bediüzzaman’ın gadre ve zulme uğramışlığını anlatmak. Ona öyle gelmektedir ki, “Said Nursi, menkıbesinin henüz başlarında bulunmaktadır. Bediüzzaman’ın ışıltısı zaman geçtikçe artacaktır.” Derken onunla tanışmasının hikâyesini anlatmaya başlar.
Savaş sırasında İstanbul neredeyse boşalmıştır. “Koca şehir kanı çekilmiş bir kadavrayı” andırmaktadır. Yazar ve arkadaşları her gün Gülhane Parkı’na gitmektedirler. Bediüzzaman da hemen her akşamüstü oraya gelmektedir. Tek başına bir müddet dolaştıktan sonra bir Bizans hamamı harabesine yaklaşır, parmaklıklarına dayanarak loşluklarına gözlerini daldırır. Kılık kıyafeti de yazarın keskin kaleminden kaçamamıştır:
“Bazan siyah ibrişimlerle süslü ak şayaktan bir cebken potur giyiyor, bazan da ayakları üstüne getr gibi uzanan paçaları sarı sırma işlemelere garkolmuş bol siyah şalvar, gene sırmalarla süslü, düz kollu kısa salta ve iki dizi püsküllü düğmesiyle gözü çeken som sırma işlemeli bir yelek giyiyordu. Fakat çok renkli Trablus kuşağı ile başının heybetini artıran o ağır kara puşi sarılmış taylasanlı Zaza kavuğu hiç değişmiyordu.”
Nizamettin Bey ile Bediüzzaman, Divanyolu’nda Firuz Ağa Camii’ne bitişik bir poğaça fırınında da karşılaşırlar. İlkin Bulgar fırıncıdan öğrenir onun adını. “Çok muhterem bir insan-ı kâmildir” sözünü de Firuzağa Camii imamından işitir.
1916 yazında yazar, yine arkadaşlarıyla Gülhane Parkı’ndadır. Kanepelerden birinde o ağustos sıcağında kalın bir paltoya bürünmüş garip biri oturmaktadır. Adamın hali henüz dikkatlerini çekmiştir ki, bu defa öteden Bediüzzaman’ın geldiğini görürler. Selamlaşırlar. Bu sırada bir arkadaşı abalar içindeki Bediüzzaman’a “Bu sıcakta yanmıyor musunuz?” sorusunu yöneltir. Sükûnetle cevap verir: “Bizi yakan yakmıştır. Artık ateşten zarar görmeyiz.”
Fakat Bediüzzaman’ın dikkati de kışlık paltosuyla oturan o adama takılmıştır. Bu zatın neden palto giymekte olduğunu merak eder. Gençler bunun üzerine adamın yanına gidip bu sıcakta palto giymekten rahatsız olup olmadığını sorarlar. “Rahatsız olmaz olur muyum?” diye cevap verir, “Kavruluyorum.” Neden giymektedir peki? “Utancımdan. Utanıyorum.” Gençlerin soruları devam eder: “Niçin utanıyorsunuz?”
Yamalı pantolunun sırrı
Soru adamın gözlerini yakmıştır, handiyse ağlayacaktır. Aniden ayağa kalkıp paltosunun eteklerini açınca gençlere gelir utanma sırası. Lime lime olmuş pantolonun arkasında kocaman iki yama sırıtmaktadır.
Acıklı manzarayı gören Bediüzzaman pek üzülür ve hemen “Hay gardaş hay. Kendine zulmün bundan mı? Ben hemen seni temiz, pak giydireceğim. Demek senin kimsen yok” sözleriyle teselli etmeye çalışırsa da, adam “İstemem, der, bu zulmü bana yapan ben değilim. Ve kimsesiz de değilim.”
Hayret duvarı biraz daha yükselmiştir. Meğer gördükleri paltolu zat, devrin Maliye Bakanı Cavid Bey’in ağabeyi Şefkati Bey değil miymiş! Cavid Bey kardeşine her nedense kin bağlamış, ona yardım etmek şöyle dursun, kim iş vermeye kalkarsa engel de oluyor, sefalet içinde yaşaması için elinden geleni ardına koymuyormuş.
Bu cevap karşısında herkes hayretten sus pus olmuşken Bediüzzaman Hazretleri “Cenab-ı Vacibü’l-Vücud bu zulmü onun yanına kâr bırakır mı zannediyorsun?” diye araya girer girmesine ya, paltolu zat da hıçkıra hıçkıra ağlamaya koyulmuştur. Bir yandan da Ziya Paşa’nın beytini okur:
“Zalimlere dedirir bir gün Hazret-i Mevlâ
Tallâhi lekad âsereke’llahu aleynâ”.
“Allah gün gelir zalimlere ‘Yemîn ederiz ki Allah seni hakikaten bizden üstün kılmıştır’, dedirir’ mealindeki Yusuf Sûresi 90. ayeti de içeren beytin sonuna Bediüzzaman da katılıp yüksek sesle tekrarlamıştır. (Hatıranın yazıldığı tarihte Şefkati Bey sağdır.)
Roller değişiyor
Tepedelenlioğlu, hatırasını burada virgülleyerek 10 yıl sonrasına atlar. Yıl 1926’dır, yazar da Milliyet’te çalışmaktadır. Gazeteye gelen telgrafta kardeşi Şefkati Bey’e zulmeden Cavid Bey’in idam edildiği, idam sehpasında da Ziya Paşa’nın beytini okuduğu yazmaktadır.
Bir anda hatıralar ırmağına gömülür yazar. 10 yıl öncesindeki unutulmaz sahne gözünün önünde canlanır. Bediüzzaman’ın Allah’ın zulmü zalimin yanına koymayacağını söyleyen sesi çınlar kulaklarında.
‘Yani?’ dediğinizi duyar gibi oluyorum. Devamını yazmam lazım ki anlaşılsın mesele.
Nizamettin Nazif birkaç hafta sonra hatırasını ikmal eder. O ağustos gününün üzerinden 43 yıl geçmiştir. Ne gariptir ki, Şefkati Bey’in uğradığı zulmün bir başka türlüsüne bu defa Bediüzzaman uğramış, yine ne gariptir ki, bu zulme yine yazar şahit olmuştur.
Yıl 1959’dur. Gazetelerde resimlerine rastladığı Bediüzzaman, artık hasta ve yaşlıdır. Oysa ne kadar da sağlam yapılı, genç ve dinç görünüşlüydü bir zamanlar. İstanbul’un cami ve türbelerinin, çeşme ve sebillerinin karşısında bazan saatlerce durup derinlere dalmış olan Bediüzzaman, yeniden İstanbul’a gelmiştir. Yazar da bir ‘Kere daha görür müyüm?’ ümidiyle kaldığı otele gitmek ister.
Sultanahmet ile Çemberlitaş arasında Türbe diye bilinen semtte bir otelde kalmaktadır Bediüzzaman. O da ne? Polis arabalarıyla basın kamyonlarının dizildiği daracık bir sokakta tam bir ana baba günü yaşanmaktadır! Girebilmek ne mümkün?
Bu sırada bir el kolunu dürter. Bir şaşkınlık daha: Dürten kişi, 43 yıl önceki paltolu adam, yani Şefkati Bey’dir. Hadi kendisi gazetecidir, Şefkati Bey neden gelmiştir buraya? “Ziyaret edip hatırını soracağım” diye cevap verir. Lakin bir saattir uğraşmasına rağmen polisler otele yaklaştırmamıştır. Bir zamanların mazlumu Şefkati Bey’in dudaklarından şu sözler dökülür:
“Ne isterler bilmem bu iyi insandan? Kimseyi yanına sokmuyorlarmış. Gezmek için sokağa çıkmak istemiş. İzin yok demişler. İzin yok da ne demek? Mahkûm değil, köle değil. Zulüm bu. Zulüm bu. Allah zulmü kimsenin yanına kâr bırakmaz.”
Yazarımız ekler: “Kaderin estirdiği şu rüzgâra bakınız. Bediüzzaman’ın ona söylediğini şimdi Şefkati, Nursi Efendi için bana söylüyordu.”
Otelin duvarına merdiven dayayan foto muhabirleri Bediüzzaman’ın resimlerini çekmeye çalışırken bu iki eski dost boyunlarını bükerek kol kola oradan uzaklaşırlar.
1959’da hükümet Bediüzzaman’ı en tabii arzusundan mahrum bırakmış, sokağa çıkarmamış, hatta bindiği otomobile perde dahi taktırmışlardı. Yazarın içi buruktur. Şu cümle dökülür kaleminden:
“Acaba Şefkati Efendi o gün benden ayrıldıktan sonra o korkunç tehditli beyti aşk ile, şevk ile bir daha okudu mu?”
Eski gazeteler bugünkülerden daha mı çok şey söylüyor ne?
(Not: Nizamettin Nazif’in verdiği 1916 Ağustos tarihi doğru olamaz. Bediüzzaman 1914’ten 1918 Haziranı’na kadar İstanbul’da değildi. Olay muhtemelen 1918 Ağustosu’nda geçmiş olmalı.)
One Comment
ali yüce
13 Ocak 2014 at 01:27hocam yazınızı okudum aklıma şu soru takıldı..
1950-1960 yılları arasında hükümet demokrat parti hükümetidir. ama Bediüzzaman hazretleri bu tarihtede hükümetten zorbalık görmüştür. acaba inönü ve saz arkadaşları gibi bu hükümettemi bu muhtereme karşıydı yoksa farklı bir sebebi mi var? eger bilgi verirseniz sevinirim…