Biz tarihi incelerken tarih de bizi inceler!
İbn Rüşd Sempozyumu’nu bahane ederek bu Endülüslü fakih-feylesof üzerine birkaç yazı yazdığımı hatırlayacaksınız. Aklınıza şöyle sorular takılmış olabilir: Ne faydası var İbn Rüşd’ü bugün yeniden okumanın veya anlamanın? Çağımızın sorunları o kadar karmaşıklaşmış ve o kadar değişmiştir ki, 800 küsur yıl önce yaşamış ve yazdıkları İslam aleminde fazla tutulmamış bir feylesofun düşüncelerinin bugün bize ne yararı dokunabilir? İbn Rüşd ile zihnimizi meşgul edeceğimize çağdaş bir düşünür üzerinde kafa yormak daha akıl karı değil midir?
Biliyorum, hepiniz böyle düşünmüyorsunuz ama bu düşünce sahiplerinin kaygıları da tamamen yersiz değil. Onlar o çağların adamlarıyla, kendilerine mahsus sorunlara çözüm arıyorlardı, biz de bu çağın bizlere yüklediği sorunları çözmekle uğraşmaktayız. Dolayısıyla bizi içinde bulunduğumuz çağın sorunları daha yakından alakadar eder. Onlar bir bakıma geçmişte kalmış çözümlerdir; amiyane tabirle söylersek “tarih olmuşlardır.”
Gerçekten de çağlar önce yaşamış bir düşünürün fikirlerini bugüne taşımak ve onu yeni ışıklar altına tutup farklı ve özgün vechelerini ortaya çıkarmak büyük cehd isteyen zorlu bir uğraş. Alın teri akıtmayı, göz nuru dökmeyi gerektiriyor besbelli. Fakat tarihle ilişkimiz de böyle bir karşılıklılık (mütekabiliyet) içermeli değil midir? Biz tarihi incelerken tarih de bizi incelemektedir. Eğer biz varisler olarak geçmişimize sahip çıkmıyorsak, onun “yüceliği”nin kadr u kıymetini bilip değerlendirmiyorsak, onu bugüne taşıyamıyorsak, bu o çokça övündüğümüz geçmişin de “yüce” olmadığı anlamına gelmez mi?
Faslı düşünür Abdullah Laroui “Bugün geçmiş tarafından açıklandığı gibi, geçmiş de bugünle yargılanır” ve “Bugünü yozlaşmaya yüz tutmuş yüce bir geçmiş, sırf bu nedenle yalnız bizim için değil, kendi içinde de yüceliğini yitirebilir.” derken tam da bunu kastediyordu. Yine şöyle diyor Laroui: “Tarih, her an, geçmişin bilgisinin bugünü açıkladığı ve bugünün geçmişi dönüştürdüğü, yani aynı anda materyalin yeni bir resmini çizdiği bir sürekliliktir.”(*)
Dinamik bir süreç söz konusudur burada artık. Tarih ölü bir vak’a yığını, geçmişteki kalıntıların üst üste yığıldığı bir tümülüs değil, bugünü belirleyen ve bugün tarafından belirlenen oluşum halinde bir süreçtir. Bu yüzden bugün geçmişimizi “yeniden okuma”ya tabi tutamıyorsak, onunla sürekli hemhal olamıyorsak, o geçmiş de yüceliğinden bir şeyler yitirecektir. Geçmişle sürekli bir hesaplaşma, anlama, yorumlama, etkilenme ilişkisi içerisinde olmakladır ki, onu yeniden sahiplenebilir ve ona ne kadar kaliteli ve üretken bir tarzda sahiplenebilirsek onun yüceliğini sürdürmesine izin vermiş oluruz.
Her neyse, bu, çok önemli ama belki de gazete sütunlarında ele alınamayacak kadar ağır bir mesele. Bir medeniyet ve bilinçlenme meselesi bana göre. Ben şahsen iri iddialarla vatan kurtarmak ve birkaç tumturaklı cümleyle bütün meselelerimizi çözmek iddiasından teeddüp ettiğim için bildiğim, anladığım kadarıyla geçmişi bugüne getirmeye, onu zihni meşgalelerim arasına katmaya, geçmişle aramda örülmüş duvarları dilediğim zaman açabileceğim bir tül perde konumuna indirmeye gayret ediyorum.
İbn Rüşd’ü -ve diğerlerini- zaman zaman bu köşede gündeme getirmemin benim cephemdeki gerekçeleri bunlar…
(*) Abdullah Laroui, Tarihselcilik ve Gelenek, çev.: H. Bacanlı, 2. baskı, Ank, 1998, Vadi Yayıncılık, s. 57; bu kitabın tarafımdan yapılmış kısa bir değerlendirmesi için bkz. Aksiyon, sayı: 209, 5-11 Aralık 1998, s. 53.
SarmaşIk
İbn Rüşd’ün şiir hakkında yazdığını biliyor musunuz?
Anlaşılan yine kafanızı İbn Rüşd’le şişireceğim bir süre daha. Türkiye’de şiirle, şiir ve edebiyat tarihi ve teorisiyle meslek gereği uğraşan kişilerin yolu belki Aristo’nun Poetika’sına düşmüştür; ama acaba içlerinden kaç kişi, bırakın bulup okumayı, İbn Rüşd’ün Aristo’nun eserine yazdığı şerhten haberdardır? Ben İbn Rüşd ve İslam felsefesi üzerine çalışan akademisyenler haricinde bu eserden haberdar olanına rastlamadım. Ama İslam felsefesi uzmanlarının da edebiyat tarihi ve teorisiyle bir alış verişi olamıyor genellikle. Ne oluyor netice olarak? Nehrin batı yakasındaki hazineden haberdar olmadan yaşayan doğu yakasındakiler ile hazineden haberdar olup da onu değerlendirecek aletlerden yoksun -bu aletler karşı yakadadır çünkü- olan batı yakası halkı. Manzara bu kısacası.
Eğer geçmişi yeniden kucaklamak ve onu yeniden okumak istiyorsak disiplinler arasındaki bu kopukluğu aşacak bir köprü oluşturmamız gerekir. Bu köprünün, interdisipliner çalışan akademisyenler sayesinde atılacağına inanıyorum.
Değerli hocam Prof. Mahmut Kaya ile konuşuyorduk sempozyum sırasında. İbn Rüşd’ün Poetika’ya yazdığı şerhin aslında geleneksel bir şerh olmayıp yeni bir telif eser olduğunu belirten Prof. Kaya, ilk birkaç paragraftan sonra İbn Rüşd’ün Aristo’nun eserini bir kenara koyup Kur’an’dan, hadislerden, Cahiliye dönemi Arap şiirinden, Arapçadan örneklerle yoluna devam ettiğini söyledi. Trajedinin, eposun, dramanın olmadığı bir kültürde bilgiçlik etmek yerine kendi kültüründen örneklerle konuyu yeniden yazması bana önemli gözüktü İbn Rüşd’ün.
Bugün sanki uzayda yaşıyormuş gibi hiçbir uyarlamaya ve filtreden geçirmeye tabi tutmadan yabancı bir kültürün ürünlerini aktarmayı marifet sayanlara asırlar öncesinden net bir ders veriyor Endülüslü feylesof aslında. Mehmed Akif ve İbn Rüşd
Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü?
Bu mısraların şairi Mehmed Akif, Osmanlı dünyasında fazla tanınmayan ve Ali Tusi’den sonra haklı da bulanın çıkmadığı İbn Rüşd’e neden ilgi göstermiş olabilir? Zihnime takılan bu sorunun cevabını sempozyuma sunulan bir tebliğde bulduğumu sanıyorum. Bochum’daki Ruhr Üniversitesi’nden Anke von Kügelgen’in tebliği “20. Yüzyıl Arap Dünyasında İbn Rüşd” idi. Tebliğinde başka pek çok ismin yanı sıra Hıristiyan Farah Antun ile Abduh’un görüşlerine de yer veren tebliğ sahibi, Antun’un İbn Rüşd’ü Avrupa felsefesine bağlama çabaları karşısında onu İslam düşüncesi bağlamına yerleştirmeye ve Gazali ile uzlaştırmaya çalışan Abduh ve çevresinin görüşlerine yer verir. Rivayet odur ki, M. Akif bu tartışmalar vesilesiyle İbn Rüşd’ü fark etmiş ve onun ismine Safahat’ında yer vermiştir.