Bizans Sarayı’ymış!
Birkaç hafta önce “ciddi” sayılabilecek gazetelerimizden birinde 9 sütuna manşetten efsanevi Bizans Sarayı’ndan kalıntılar bulunduğu haber veriliyordu. On sayfanın tamamı, bu “özel haber”e tahsis edilmişti. Demek ki, Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu ve söz konusu gazetenin de başrollerinden birini oynadığı “özel ve nazik dönem”e ilişkin hiçbir haber, o gün bu ‘tarihi yeniden dirilten’ arkeolojik kazı haberine galebe çalamamıştı.
Haberde ‘Bizans Sarayı’ denilen buluntunun gerçek Bizans Sarayı ile bir ilgisi var mıydı? Dahası, bir eser, henüz kazılma aşamasındayken ve bulgular testten, kontrolden geçmeden sonuçları nasıl böylesine büyük bir cür’etle ilan edilebiliyor, kesin hükme varılabiliyordu? Haberi okuyunca zihnimden geçen ilk sorular bunlar oldu.
‘Bizans Sarayı’ diye bilinen yapının Fatih, İstanbul’u fethetmeden çok önce imparatorlar tarafından terk edildiğini ve Fatih, fetihten sonra Ayasofya’nın kubbesinden bakıp harap halini görünce, esef ettiğini (Sadi’nin bir beytini okuduğu söylenir.) biliyoruz. Saray, Müslümanlardan önce, muhtemelen 1204 Latin istilasında tahrip edilmiş ve içerisindeki değerli parçalar Venedik’e götürülmüş, kısacası yağmalanmıştır. Yine uzmanların verdiği bilgilere göre saray, Sultanahmet Külliyesi’nin bulunduğu alan ile oradan denize doğru uzanıyordu.
Haberde sözü edilen yeri araştırmak için gittim. Meğer Ayasofya’nın doğu cephesinde (kıble istikameti) eskiden askeri bir birlik bulunan boş arazinin içindeymiş. Sözü edilen yer Bizans Sarayı’nın Ayasofya’nın yanı başında, Topkapı Sarayı’nın girişinde ne işi olduğunu doğrusu anlayamadım. Hele hele mahut gazetede yayınlanan “restitusyon resmi”ni, yani çağımızdaki bir mimarin hayalinde canlandırdığı bir resmi sarayın gravürü olarak takdim etmeleri, ne demeli bilmiyorum, bir hokkabazlık gösterisini andırıyordu.
Halbuki bilenler biliyor saray meselesinin aslını. Öncesi de var; ama daha 1920’lerde Tamara Talbot Rice ve eşi sarayın kalıntılarını ortaya çıkarmak için yıllar süren kazı çalışmaları yapmışlar ve bu çalışmalar sonucunda bugün Sultanahmet Camii’nin kıble istikametinde bazı kalıntılara rastlanmış. Hatta Mozaik Müzesi diye bilinen müze, kazılarda rastlanan yer mozaiklerini korumak amacıyla kurulmuş, sonradan başka parçaların toplanmasıyla bugünkü halini almıştır. Bunlar bugün herkesin gözü önündedir ve bildiğim kadarıyla karıkoca Rice’ler bu kazı çalışmalarının sonuçlarını yayınlamışlardır. (Yakın zamanlarda Skylife dergilerinden birinde Tamara Talbot Rice ile yapılan röportajda bu açıkça vurgulanıyor.)
Sansasyon üretmekten öte, bir niyet taşıyor bana kalırsa bu ‘haber’. Sözde Bizans Sarayı’nın bir duvarına, evet sadece süslemeli bir duvarına, tam sayfa ayıran ve birkaç gün boyunca İstanbul’a turist yapacağını müjdeleyen gazetede, aynı yerde bulunduğunu bildirdiği 17. yüzyılda yapılan ve sarayın minyatürhanesi veya nakkaşhanesi olduğu söylenen koca yapı (düşünsenize ne bir keşif: O eşsiz minyatür ve nakışların yapıldığı bir mekanmış burası!) satır arasında geçiştirilmişti. Bizans’ın bir buçuk metrelik duvarına tam sayfa, büyük bir yapı olduğu ve sapasağlam ayakta durduğu anlaşılan koca nakkaşhaneye bir satır…
Bizans’a karşı değilim. Keşke mümkün olsa da, Türkiye’de bütün Bizans kalıntıları günyüzüne çıkartılabilse. Ama tarih eğer bir süreklilikse, tarihin her noktası bize eşit uzaklıkta olmalı…
İngiliz arkeolog, tarihçi ve felsefecisi R.G. Colingwood’un otobiyografisinde kazılarının tutanaklarını bilimsel bir dergide yayınlamadan uluorta açıklayan arkeologların tarihe karşı nasıl bir suç işledikleri anlatılır. Konuyu kamuoyuna yangından mal kaçırırcasına sızdıran Arkeoloji Müzesi Müdürü Alpay Pasinli’nin en kısa zamanda bilimsel bir yayında elde edilen bulguları yayınlaması gerekmektedir.