Bugün vefatının 36. yıldönümünde kendisini rahmet ve hasretle andığımız Cahit Zarifoğlu’nu dünya gözüyle bir kere, Ahmet Kot ağabeyin Piyer Loti Caddesi üzerindeki yazıhanesinde görmüştüm. Yıl 1986 olmalı. Sanırım Erdem Bayazıt ve Yedi Güzel Adam’dan diğer birkaç isimle beraberlerdi. Kalabalık bir ortamdı, konuşamadık. Ne yalan söyleyeyim, biraz da çekindim.
Neden mi çekindim? Cemaziyelevvelini anlatmam lazım ki, hakkıyla anlayabilesiniz.
*
Yıl 1978. 17 yaşımda ve Bursa’dayım. Bir yandan Akşam Lisesi’nde okurken diğer yandan Yeşil semtinde, medresenin tam karşısında bulunan Sur Kitabevi’nde o zamana kadarki hayatımın en sevdiğim işini yapıyordum. Okuma tutkum hanidir yazmaya bel vermeye başlamış. Bir zamanlar amcam rahmetli Nihat Armağan vasıtasıyla Bursa dağıtımını üstlendiğim Mavera dergisi şimdi her ay kitabevinde heyecanla bekleniyor. Gelir gelmez de yutuluyor ama nasıl? Sonundan başlanarak!…
Neden sonundan? Çünkü derginin sonunda “Okuyucularla” bölümü var ve burada Cahit Zarifoğlu dergiye gönderilen mektupları cevaplıyor; cevaplamak ne kelime, çoğu zaman haklı olarak silkeliyor, şair ve yazar aday adaylarını paylıyor, az bir kısmını da beğeniyor. Bu yüzden özelikle kendisini “büyük şair veya yazar” havalarına sokmuş gençler –hangimiz o manada genç olmadık ki- kendisine verilen veya verilmesi muhtemel cevapları bulabilmek için dergiyi sondan okumaya başlardı. Bir süre sonra o akıcı, renkli, sürprizli cevaplar dergi okurunun da ilgisini çekmişti ki Mavera’nın namı “sondan okumaya başlanan dergi”ye çıkmıştı.
İşte ben de o zaman daha çok Kubbealtı çevresinin dil anlayışına kapılmışım ve “uydurma” dedikleri olanak, olasılık, koşul, sözcük, yaşam, sorun gibi kelimeleri kullananlara karşı aşırı derecede tepkiliyim. Tabii Mavera yazarları olsun, Cahit ağabey olsun bu kelimeleri teklifsizce kullanmakta beis görmüyorlardı.
Hem sert bir mektup yazdım taksitle aldığım sarı daktilomda, hem de 10 sayfalık, dipnotlu filan Türkçenin sadeleşmesi üzerine bir makale (mektup değil de ‘makale’ hala durur arşivimde).
Göndermiş ve cevabına kulak kesilmiştim. Heyecandan öte bir hal. “Helecan” yani kalp çarpıntısının eşlik ettiği aylar süren bir sınavdaydım adeta.
O tarihten sonra çıkan ilk Mavera kör kuyudan su çeker gibi bekleniyor. Lakin yok. Neyse, sıra vardır elbette ama sonraki sayıda kesin bana cevap verecek. Verecek, hem de bayılacak yazıma. Bundan kat’iyyen şüphem yok.
Ertesi sayı da çıkmadı, galiba sonrakinde de. Artık duramıyordum yerimde. Neden cevap vermiyor? Eline mi ulaşmadı yoksa? Beğenmedi mi? Sorular nehir gibi…
Derken daha ziyade dayanamayıp telefonla ulaşma isteğime mani olamıyorum.
Nasıl bulmalı? Aklıma Mavera dergisi geldi. Açtım dergiyi. Bulduğum ilk numarayı çevirdim.
Ben elemanlardan biri çıkacak diye beklerken “Buyrun ben Erdem” diye rahmetli Erdem Bayazıt çıkmaz mı? Önce şaşaladım ama hemen Cahit Zarifoğlu ile görüşmek istediğimi söyledim. “Burada yok kendisi, TRT’den arayın” dedi. Telefon numarasını istedim, nedense hiç tereddüt etmeden verdi.
İşte önümdeki beş altı rakam parmaklarıma dolanıyor (çevirmeli telefon var zira). Açıyor… Heyecanım son haddinde. Hatırlıyor beni (Nihat amcamın yakın arkadaşı ne de olsa). Önümüzdeki sayı yayınlanacağı müjdesini veriyor cevabının. Pek renk vermiyor. “Çıkacak” diyor sade. Teşekkür ediyor, kapatıyorum. Sırtımdan ter süzüldüğünü hissediyorum.
Cevap geliyor. Biraz takıntılı buluyor beni. Kelimelere değil, dilin bir ilahi mevhibe (lütuf) olduğuna teksif et dikkatini diyor. Yaşımın çok ilerisinde şeyler yazdığımı, iddiamı fark ettiğini ama bunları yazmak için çok vaktimin olduğunu vs. O kadar uzun bir cevap beklemiyordum doğrusu. Pek beğenmemiş ama yabana da atamamıştı besbelli.
Kızıyordum içten içe. Bileniyor ve bir mektup daha döşenip yeni bir yazıyla onu gönderiyordum. Düello. Kılıçlar çekildi.
Yeni bir cevap, bu defa beni daha inatçı buluyor. İyice katılaşmışım. Daha tabir caizse hikemî bakmalıymışım dünyaya ve dile. Kelimelere fazla takılmamalıymışım.
Pes etmiyorum ama. Üçüncü hamlem, bu defa bir kitap olacak miktarda şiirimi bir dosya haline getirip göndermek oluyor. Bu defa kesin beğenecek. Kafama koymuşum, üstadın onayını bir şekilde alacağım.
Cevabı beklerken bu defa Ekim 1979 sayısı çıkageliyor derginin ve kapakta tastamam ismim ile “Ben ve Zaman” başlıklı şiirimin anonsu. İnanamıyorum, defalarca bakıp bakıp bırakıyorum. Açıp tekrar tekrar okuyorum. Evet, şiir orada, kımıldıyor:
Bir renk yangını gibi
Hayaller alevlenmiş
Bir su gibi eriyen
Zaman bir mermer tenmiş
Hisler ki kamaşmada
Ben kendini aşmada
Nefisle savaşmada
Yenilen yine benmiş
Beni nasıl bir rahatlama ama aynı zamanda bir mahcubiyet duygusunun kapladığını tarif edemem. Şairlik kim ben kimim? Ama işte üstad seçip koymuş ve bu yolda ilerlersen bir ümit ışığı görüyorum demiş. (Cevaplarını vefatından sonra toplanan Okuyucularla adlı kitabında okuyabilirsiniz.)
O andan itibaren şiirin ne denli muazzam bir iddia taşıdığını idrak ettim diyebilirim.
Daha sonra şiir yazmadım gerçi, yazarlık daha ziyade sevdi kalemimi. Lakin onun şairane yaşayıp henüz verimli bir çağında güzel adamlara öncülük etmiş olması ve bir nesle üşenmeden verdiği anahtar niteliğinde cevaplar daima hafızamda çınladı durdu.
İşte 8 Haziran 1987 günü Küplüce Mezarlığı’ndaki mütevazı kalabalık onu son yolculuğuna uğurlarken yıllar önce üç defa tatlı sert cevap verdiği için kendisiyle tanışmaktan çekinen bir yazar da tabutu başında gözyaşı döküyordu.
Fotoğraftakiler : Cahit Zarifoğlu’nun cenaze namazından… Orta sıranın önündeki sakallı benim, yanımdaki Edip Gönenç, onun da yanındaki beyaz takkeli Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan.