Çetin Altan’ın tarih sirki

Çetin Altan’ın tarih sirki

Çetin Altan, ilk kitabı 1946’da yayınlandığına göre “ehl–i kitab” olarak 55. yazarlık yılının içinde. Şimdiye kadar 40’a yakın kitabı yayınlanan Altan’ın yazılarında sık sık tarihe göndermelerde bulunması, genel–geçer bilgi ve hükümleri beğenmemesi ve tarihe –en azından iddia düzeyinde– yeni bir açıdan bakma gereği üzerinde sık sık durması kendisine ilgi duymam için yeterli bir sebep teşkil ediyor. Hele şu satırlarını okuyup da cezbolmamak mümkün müydü?

“Dondurulmuş ve çarpıtılmış bir tarih dogmatizmiyle insan aklının ortaklaşa yarattığı evrensel ve görkemsel sanat ve bilim kubbelerinden hiçbirine merdiven kurulamaz… Bizim Osmanlı tarihi, geniş kitlelere derinliğine mal olmuş bir tarih sayılamaz… Hemen hemen hiçbir bölümü, ne kamuoyu önünde didik didik edilmiştir, ne de kare kare işlenmiştir.”

Bu sözler, Altan’ın yakınlarda 5. baskısı yapılan “Tarihin Saklanan Yüzü” (İnkılap Yayınları, 2001) adlı kitabından.

Dogmatizmden ve “klişelerle yetinmek”ten kurtulmaya çalışmak önemli olmasına önemli; ama yeni dogmatizmler ve klişeler üretmemek şartıyla. Eğer kırmaya çalıştığınız şablonlardan daha keyfîsini ve daha dogmatiğini inşa ediyorsanız, bu tarihi özgürleştirmez; bir efendiden kurtarıp öbürüne satmış olur! Oysa, evet oysa biz tarihi, Altan’ın kendi sözleriyle hayatın laboratuvarı olarak görmeli ve bir laboratuvarda bilim adamları hangi ciddiyetle çalışıyorlarsa aynı ciddiyetle eğilmeliyiz onun karanlık labirentlerine.

Her şeyden önce de, tarihi yapan aktörlerin eylemlerinde her zaman en az bizim kadar mantıktan nasiplendiklerini unutmamalıyız. “Geçmiştekilerin bu işlere aklı ermezdi zaten, öyleyse geçmişteki olaylar anlamsızdır, mantıksızdır” türünden kolaycı ve keyfî bir yargıya varmak için tarihte sebep–sonuç zincirinin işlemediği bir bölge olabileceğini kabul etmemiz gerekir.

Ne yazık ki Altan sık sık bu tuzağa düşmekten kurtulamıyor. Bütün kâinatı bir sebep–sonuç zinciri içinde anlamamız gerektiğini sık sık tekrarlayan Altan, Osmanlı tarihine bakarken bu tutarlılığını kaybediyor nedense. Ortaya, nedensiz işler yapan birtakım kuklalar çıkıyor bu yüzden.

Şu birkaç cümleyi beraber okuyalım:

“Sultanlarınki de dahil, kimsenin can güvenliği bulunmayan böylesi bir idam ve öldürme furyasını, tutarlı bir mantık içine oturtmak da zor. Bir Sultan’ın öfkelendikçe başbakanlarını boğdurup kafalarını kestirmesi bir tuhaf geliyor insana” (40). “Neresinden bakılırsa bakılsın, anlamsız cinayetlerdir bunlar” (41). “Avusturya’ya karşı gereksiz bir savaş açarak, cepheye gitmiştir” (50). “Olur olmaz nedenler yüzünden…” (53). “Herkes birbirini kesip biçmeye uğraşıyordu” (61). “(B)öyle bir tablonun hangi mantığa dayandığını anlamak zordur” (73). Ve “abuk sabukluklar” (81), “aklına estikçe” (82), “hiç neden yokken” (94) gibi yığınla ifade…

Henüz muhtevasına girip de verdiği bilgilerin doğru olup olmadığına veya söylediklerinin gerçekle tutarlı olup olmadığına bakmış değiliz kitabın. Ama bu ifadeleri okuyan birisi, yazarın bakışının çok temel bir dogmatizmle malûl bulunduğunu fark etmekte gecikmeyecektir. Yazara göre tarihteki aktörler, kendilerine verilen görevi, yani kendilerini rezil edecek bütün eylemleri yapmak üzere, üstelik de belli bir amaçla eğitilmiş kuklalardan, daha doğrusu, sirk hayvanlarından ibarettir. Olur olmaz sebeplerden ölür veya öldürülürler, gereksiz yere savaş açarlar, hasılı bir kaos cehenneminde yuvarlanıp giderler.

Oysa tarih, anlam–sız değildir. Tam tersine anlamla doludur. Onu anlayamıyorsak kabahati kendimizde aramalıyız. Tarih üzerine çalışanların görevi de, içinden çıkamadığı meselelerde pes edip meseleyi “abuk sabuk” diyerek karanlığa havale etmek olmamalı; zor olanı seçerek, tam da bu karanlığın karşısında durup gözlüklerini kontrol etmeli ve sonsuz bir süreç, hatta deyim yerindeyse sonsuz bir macera olan anlama çabasına girişmelidir. ‘Ben neden anlayamıyorum bu olayı?’ sorusundan daha eğitici bir soru yoktur tarihte çünkü.

30.04.2002

Bir yanıt yazın