Çıkmazların ruhu
Çocukluğumun çıkmaz sokaklarda geçtiğini söylersem belki de abarttığımı düşüneceksiniz. Bir memur çocuğu olduğumdan babamın hangi sevk-i kaderle çıktığını asla kestiremeyeceğim “tayin”leri bizi Anadolu’nun bir ucundan öbürüne sürüklerken kendimi ileriki yıllarda sevgili Ahmet Turan Alkan ağabeyin “parçalı hemşehrilik” diye yorumladığı bir konumda bulacağımı nereden bilebilirdim?
Önce Gaziantep’te tanıştım çıkmazlarla. Kale gibi duvarların ardına gizlenmiş, ortasında bir havuz bulunan geniş avlunun (hayat denilirdi buraya) etrafına sıralanmış taş binalardan oluşan bir evde oturmuştuk ve evimiz bir çıkmazın nihayetine yakın bükülen bir dirseğin kısa ucundaydı. Hayal meyal hatırladığım bu sokaklardan aklımda kalan iki bulanık hatıra, o yıllarda daha yeni tanıtım kampanyalarına başlanan Sana yağı promosyonu olarak plastik bir kap dağıtılması ile pansuman yapmaya geldiğini gördüğüm sünnetçimi ağlaya ağlaya taşlamamdır.
Sonra yerleştiğimiz Bursa, beni üniversite çağına kadar bağrında taşıyacak ve üzerimde bıraktığı tesirlerle sonraki yazarlık hayatımın ana konularından birisi olacaktı. Bursa’da pek çok ev değiştirdik; ama özellikle üç evimiz çıkmaz sokaklarda olmaları hasebiyle çocuk muhayyilemde daha geniş bir yer kaplamış olmalı. Birisi Çatalfırın semtinde, Fatih’in vezirlerinden Şehabettin Paşa Camii’nin karşısında ve çıkmazın hemen başında iki katlı ahşap bir evdi (akıbetini söylememe herhalde gerek yok!) Bu birisi uzun bir koridor, ikincisi kısa bir dirsek şeklinde L biçimli çıkmazın iki tarafındaki alçak damlı evlerin bahçelerinden sarkan iri pençeli asmalar, o meşhur ekmek ayvaları, baharda erguvana benzer geçici bir gelinlik giyen şeftali dalları altında geçen günlerin gerçekten de unutulmasına imkan yok.
İkinci olarak Tuzpazarı’nda, yine bir caminin, II. Murad zamanında yapılmış Şerafeddin Paşa Camii’nin karşısında, bu kez tam da çıkmazı çıkmazlaştıran bir evde oturmuştuk. Berberi, pasta fırını, bıçakçısı, kurukahvecisi.. bir arada adeta büyük bir aile havasında geçerdi o asırlara denk uzunlukta günler, aylar. Mahallenin en yaşlısı ve başı sıkışanın kapısını çaldığı ciciannemiz de eksik değildi. Trafik korkusundan, kaybolma, kaçırılma riskinden azade bir büyük bahçe gibiydi biz çocuklar için çıkmazımız. Zaten her evin müstakil bir bahçesi olduğundan o demlerde çocukların şimdiki gibi can havliyle sürekli sokağa fırlamasını gerekmediği bu çıkmaz, bugün ne yazık ki, bir marifetmiş gibi ‘çıkar’ hale getirildi. Evimiz yola gitti, muhteşem bahçemize apartman yapıldı ve tılsım bir daha geri gelmeyecek şekilde bozuldu.
Nihayet üçüncü bir evimiz (bu kadar sık ev değiştirmemizden hep kirada oturduğumuzu anlamış olmalısınız.) Yeşil ile Emirsultan semtleri arasındaki Hoca Taşkın Mahallesi’ndeki bir çıkmazla buluşan sokak parçasıydı. Şükürler olsun ki, bu çıkmaz, şekli şemaili epeyce değişikliğe uğradıysa da çıkmaz olmaktan henüz çıkartılamadı.
Aslında bu, münhasıran Bursa’nın yaşadığı bir kötü kader değil, geleneksel (kendi terminolojimle söyleyecek olursam, ‘üreyen’, ‘dişi’) doğu şehirlerinin birçoğunun yaklaşık iki asırdır yaşadığı merkezî iktidarın şehrin en ücra köşesine kadar sızma stratejisinin bir parçası olarak karşımıza çıkan ve halen devam eden sözde global sürecin bir yansımasıydı. Nasıl I. Napolyon Kahire’ye girdiğinde yaptığı ilk icraattan birisi adeta birer atom hüviyetinde birimler olan ve işgalcilere birer kale gibi direnen mahallelerin demir kapılarını toplarla yıktırmak olmuşsa, nasıl III. Napolyon Belediye Başkanı Baron Haussmann’a Paris’in eski dar sokaklarını, Barok iktidarının bukağısından kaçacak en ufak bir delik gedik bırakmamak için dik açılarla merkeze bağlamasını telkin etmişse, aynı müstebit, merkeziyetçi ve sömürgeci aklın bir yansıması olarak Ahmet Vefik Paşa da Bursa’da modernliğin geniş yollar açmak, memurları sopa zoruyla tiyatroya götürmek ve çıkmazları ortadan kaldırmak olduğunu zannediyordu. Kendi kültürü, Tanzimat paşaları için öteki haline gelmişti çünkü.
Onun pek mühim ve ‘asrî’ başarılarından sayılan bir menkıbesi bilumum Türkçü/milliyetçi literatürde şu türden yankıları bulmaya elan devam etmektedir: “Vefik Paşa, Bursa’da kira arabasıyla sokak sokak dolaşır, arabacıyı maksatlı olarak çıkmaz sokaklara yöneltir, araba (çıkmazın sonunda) durunca “Vali Paşa’nın arabası durmak hiç olur mu?” diyerek belediyeden işçi getirtip karşı gelen duvarı hemen yıktırırmış. Böylece pek çok çıkmaz sokağı açmış.” (Sevim Güray, Ahmet Vefik Paşa, 2. baskı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1991, s. 29-30) Zaten Osman Nuri Ergin’in bildirdiğine göre (İstanbul’da İmar ve İskan Hareketleri, İstanbul 1938, s. 29-32) Tanzimat’ın ilan edildiği yıl yayınlanan “1839 İlmühaberi”nin de mevcut çıkmaz sokakların açılmasını ve yeni çıkmaz sokakların yapılmasının yasaklanmasını içermiyor muydu?
Neydi peki çıkmaz sokak yapılmasının sebeb-i hikmeti? İnsanlar niçin sokakları şimdiki gibi her yöne çıkan bir geçit yapmak yerine bir rahim gibi, bir sığınak gibi çıkmaz yapmayı tercih etmişlerdi? O zamanki toplumsal akıl yoksa şimdiki kadar gelişmiş değil miydi?
Bu soruların cevaplarını isterseniz gelecek hafta araştıralım.
20 Mayıs 1997, Salı