Davasına adanmış bir ruh – Yavuz Sultan Selim
22 Eylül, Yavuz Sultan Selim’in ölümünün 485. yıldönümüydü. Ne yazık ki, takvim yaprakları haricinde bu büyük insanı hatırlayan olmadı. Oysa Yavuz’u anlamak ve onun dünyasından günümüze ışıklar düşürmek son derece önemli. Onun dünyasını anlamak, Osmanlı tarihinin en görkemli asrına damgasını vuran vizyonu bir ucundan yakalatmakla kalmayacak, aynı zamanda bir misyonu temsil etmenin pırıltılı örneklerini cömertçe savuracaktı üzerimize.
II. Murad�a kadarki Osmanlı padişahlarının dede-torun münasebetine dair ilginç bir ayrıntı ne zamandır dikkatimi yalayıp geçer: 14. yüzyıl boyunca geleceğin padişahı olacak torunlar, padişah dedelerinin öldüğü yıl doğmuşlardır! Biraz açarsak, I. Murad Bursa�nın fetih yılı olan 1326�da doğmuştur, dedesi Osman Gazi de (rivayetler muhtelif olmakla birlikte) aynı yıl hayata gözlerini kapamıştır. Yıldırım Bayezid�in doğum yılı olan 1360, aynı zamanda dedesi Orhan Gazi�nin ölüm yılıdır. Ve nihayet I. Murad�ın 1389�da Kosova�da şehadet şerbetini içtiği yıl, torunu Çelebi Mehmed hayata gözlerini açmaktadır. Bu ilginç tevafuklar zinciri II. Murad�ın, dedesi Yıldırım Bayezid�in talihsiz ölümünden 2 yıl sonra doğmasıyla (1404) kesintiye uğramakta, Fatih�in, dedesinin vefatından tam 11 yıl sonra doğmasıyla fark iyice açılmaktadır. Ancak dedesi II. Murad�ın ölümünden 3 yıl önce doğan �şanslı� II. Bayezid�den sonra bir süre dede ile torunu bir arada görme imkânı bulabileceğiz.
Yavuz Sultan Selim�e geldiğimizde ilginç bir manzara çıkar karşımıza: O, dedesi Fatih�i kaybettiğinde tam 11 yaşındadır ve padişah dedesini dünya gözüyle tanıyabilmiş ilk torun padişahtır!
Bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim�in özel hayatıyla ilgili bilgilerimizin ana kaynağı, babası Hasan Can�ın Yavuz�un en yakın adamlarından birisi olması hasebiyle Hoca Sadeddin Efendi�dir. Onun Yavuz hakkında aktardığı bilgiler büyük ölçüde babasına dayanır ve bu yüzden muteber kabul edilir. İşte bunlardan bir örnek: Nakkaşın birisi Fatih�in minyatürünü yapmış, lakin Yavuz, resmin dedesine pek benzemediğine hükmetmiştir. �Merhum (Fatih) bizi çocuk iken� demiştir Yavuz, �mübarek dizleri üstüne almışlardır. Şerefli yüzleri hâlâ hayalimdedir. Doğan burunlu idiler. Bu ressam tamamca benzetememiş.� Nakkaşı, şahitlere danışmadan dedesinin resmini yapmakla eleştiren Yavuz�un hafızasından fışkıran Fatih tablosu, bildiğimizden çok daha ışıklıdır.
Yavuz�a ayarı bozuk gözlüklerle bakanlar
Tarihin bu kader-denk noktasında dede ile torunun buluşması, başlarında bulundukları devleti tarihin hangi dip dalgalarına karşı sevk edecekleri ve yönlendirecekleri konusunda bir stratejik derinlik kazandırmış olmalıdır kendilerine. Dede-torun dayanışmasının en bariz göstergelerinden birisi, Fatih�in son seferine çıkarken, 11 yaşındaki torunu Yavuz�u saltanat naibi olarak İstanbul�da bırakmış olmasından da anlaşılabilir rahatlıkla.
Tarihe iki noktadan bakılabilir. Birincisi, ona otağını kendinizden uzakta bir yerde kurdurur, �burada� olmasına izin vermezsiniz. Her nasılsa olmuş bitmiş tesadüfî bir olaylar zinciri olarak kurgular ve bugüne söyleyebileceği herhangi bir sözü olabileceği ihtimalini dışlarsınız. Bu bakışa, �bugünün körlüğü� diyebiliriz. İkincisi ise onu, sanki arada hiç zaman farkı yokmuşçasına hep �burada�, bizimle beraber algılamaktır ki, bu defa da zamanın kaçıncı omurları arasında durduğunuzun bilincini kaybeder, zaman denizinde bir o yana, bir bu yana savrulur gidersiniz. Oysa Kur�an-ı Kerim bize geçmiş kavimlerin başına gelenleri anlatırken, bizi zamanımızın çengelinden koparıp atmaz. Burada ve bu zamandayızdır ama geçmiş kavimlerin ve önderlerin yaşadığı tecrübeler bizim için birer �ibret dersi� olmalıdır.
1931 yılında liselerde okutulmak üzere bir komisyon tarafından hazırlanan �Tarih III� adlı ders kitabında Yavuz için yazılanlar tam da �körlük� dediğim etkiyi oluşturma çabasını yansıtır. Yusuf Akçura�dan Sadri Maksudi Arsal�a kadar devrin birçok tanınmış simasının emeği bulunan bu ders kitabında �Filistin� kelimesinin ısrarla Fransızca �Palestin� şeklinde yazılması bile Cumhuriyet çocuklarını Osmanlı mirasından soğutma yönündeki bir çabanın ürünü olarak okunmalıdır. Sayfa 38�de ise Yavuz�un Mısır�da halifeliği almasının, Osmanlı Devleti�nin �tekâmül ve terakkisine mâni� olduğu, hatta irticayı başlattığı(!) söylenmektedir.
Tabii bu iddiayı hâlâ sürdüren çevreler var. Onlara göre Yavuz�un Doğu seferleri Osmanlı kültürünü �Türklük�ten saptırıp Araplaştırmış ve irticayı, yani gericiliği başlatmıştır. Osmanlı Devleti�nin �çağdaşlık� yolundan sapmasının miladı olarak alınır Yavuz�un Doğu icraatı, ve aşağılanır. Oysa şu unutulur nedense: Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizin büyük bir bölümü, Bayburt�tan Van�a ve Diyarbakır�dan Mardin�e kadarki 200 bin küsur kilometrekare toprak, bir başka deyişle, bugünkü Türkiye�nin yüzölçümünün yaklaşık üçte biri, Yavuz döneminde �bizim� olmuştur. Bu toprakları ona borçluyuz. Öte yandan Braudel gibi dev bir tarihçinin şaşmaz kalemi, �Osmanlı ekonomisi açısından Mısır�ın fethi, İstanbul�un fethinden de hayatî bir kaynak olmuştur.� diyebilmekte, dolayısıyla Osmanlı�nın müteakip parlak asırlarını Yavuz�un sadece iki senede Suriye ve Mısır�da şimşek hızıyla gerçekleştirdiği fetihlere bağlamaktadır.
Yavuz�un, Timur gibi, fethettiği bölgelerden değerli sanatkâr, bilim adamı ve bürokratları ithal ettiği doğru. Nitekim Şam�dan, Kahire�den, Halep�ten değerli olduğunu tespit ettirdiği adamları Osmanlı�nın tam bir �eritme potası� (melting pot) olan elit sirkülasyonu sisteminin içerisine dahil etmişti. Gelenler arasında Suudilerin resmi �imam� olarak gördükleri İbn Teymiyye ekolünden âlimler de bulunuyordu. Ancak bunların Osmanlı medrese sistemi içerisinde büyük çaplı bir etkide bulunduklarını söylemek kolay değil. Kaldı ki, bu alimler gelmeseydi bile, Osmanlı sınırları bu kadar kısa sürede Maraş�tan Tebriz�e, Halep�ten Şam ve Kahire�ye doğru genişleyince bilimsel rotasyonlarla birlikte bu �dış� etkiler bünyeye bir şekilde girecekti. Nitekim IV. Mehmed döneminde Vanlı Mehmed Efendi�nin ve damadı Erzurumlu Feyzullah Efendi�nin sarayda �müteşerri� bir hava estirmiş olmaları bir tesadüf değildi. Osmanlı potası, bu dalgaları da bünyesinde eritmeyi pekala bilmişti.
Yavuz�un asıl büyüklüğü…
22 Eylül, Yavuz Sultan Selim�in ölümünün 485. yıldönümüydü. Ne yazık ki, takvim yaprakları haricinde bu büyük insanı hatırlayan ve hatırlatan olmadı. Oysa Yavuz�u anlamak ve onun dünyasından günümüze ışıklar düşürmek son derece önemli. Çünkü onun dünyasını anlamak, bize dedesi Fatih, babası Bayezid ve oğlu Kanuni ile Osmanlı tarihinin en görkemli asrına damgasını vuran vizyonu bir ucundan yakalatmakla kalmayacak, aynı zamanda bir misyonu temsil etmenin pırıltılı örneklerini cömertçe savuracaktı üzerimize. Peki neydi bu örnekler?
1. Strateji olarak Yavuz: Fatih Sultan Mehmed 30 yıllık iktidarında Anadolu�da birliği sağlamak için çaba harcamakla birlikte, imparatorluğun sınırlarını asıl Akdeniz, Karadeniz ve Balkanlar�da süratle genişletmiş ve sonuçta, nüfusunun üçte ikisi gayrimüslim olan bir �İslam devleti� olmak gibi omuriliği eğri duran bir bünyeyi devretmişti oğluna. II. Bayezid döneminde, her ne kadar babası dönemindeki kadar hızlı olmasa da, fetihler devam etti, Venedik ve Memlûklerle çatışmalar yaşandı ve Yavuz�a 1512�de Müslümanların azınlıkta kaldığı bir nüfus profili devredildi. II. Bayezid�den itibaren başlayan �Doğu�ya yürüyüş�ün arka planında bu çarpık omuriliği düzeltme gayreti yatar. Tehdit, Katolik ittifakından ziyade İran�da Safevilerden, Suriye ve Mısır�da Memlûklerden ve bunların birleşip Doğu�nun mallarını Avrupa pazarlarına bağlayan Baharat ve İpek Yolu üzerindeki Osmanlı heyulasını ortadan kaldırma planlarında aramak gerekir. Buna bir de, Ümit Burnu�nun keşfinden sonra Portekizli komutan Albuquerque�in Şah İsmail�le ittifak kurarak Memlûk topraklarını, daha da vahimi, Mekke ve Medine�yi ele geçirme planlarını hesaba katarsak, Yavuz�un delici bakışlarının neden Doğu�ya döndüğünü daha iyi anlarız. Portekizli komutan, Şah İsmail�e açıkça ittifak teklifinde bulunuyor, Lizbon�a yazdığı mektuplarda Mekke ve Medine�yi işgal edip Peygamber Efendimiz�in (sas) mezarını Avrupa�ya kaçırmaktan söz ediyordu. Doğu kaynıyor, kırmızı alarma geçiliyordu. Yavuz�un acelesi bundandı. Selman Reis�in Kanuni�ye sunduğu 1525 tarihli raporda Yavuz döneminde değişen bu stratejik önceliği ısrarla gündeme getirmiş olmasının arkasında, değişen dünya dengelerini okuma gayreti yatıyordu.
2. Okur olarak Yavuz: Osmanlı padişahları içerisinde okumaya olan merakıyla öne çıkan iki isim, Fatih-Yavuz ikilisidir. Bu ikilinin genellikle asker ve mareşal yönlerini hatırlatıyoruz; ama aynı zamanda birer kitap kurdu olduklarını da gündeme getirmeliyiz. Mesela Hoca Sadeddin Efendi, Yavuz�u elinde kitap, zaman zaman tefekküre dalan ve bu yüzden uykusuz geceler geçiren bir derviş olarak anlatmayı sever: �Gözünden hiçbir an gitmezdi kitap / Uykuya, hurilere vermezdi yüzü.� Yemek zamanlarını ancak haber verildiğinde hatırlayan, kendisini öylesine işine adamış biriydi Yavuz. Hazine-i Âmire�de bulunan değerli kitapları başlarından sonlarına dek birer kere okumuştur. Hatta okumaktan gözleri bozulmuş, buna rağmen bir mercek (gözlük) yardımıyla okumaya devam etmiştir.
3. Adanmış bir ruh olarak Yavuz: Sadece 4 yılda ülkesinin yüzölçümünü 2,5 kat genişleten Yavuz, dünyaya değer vermeyen, yaptıklarını kendi nefsi için değil, devletin �soyut� ideali uğruna yapan adanmış ruhlardandı. Nitekim ölümüne sebep olacak şirpençe çıbanını bir cerraha göstermek gerektiğini tavsiye eden Hasan Can�a (onun 3 gün önce küçük bir çıban yüzünden hekimlere koşmasını ima ederek), �Biz çelebi değiliz ki, bir küçük çıbandan ötürü cerrahlara başvuralım� diye geri çevirmiş, hastalığı iyice azana kadar da çalışmaya devam etmişti. Son anlarında Hasan Can hakikaten Yavuz�un �canı� olmuş, geceler boyu yatağının ucunda oturmuş, gâh ellerini eline, gâh ayaklarını dizine alarak onun acılarını dindirmeye çalışmıştı. Ölüm anı gelip çattığında Yavuz, �Hasan Can bu ne haldir?� deyince ondan �Allah ile olacak zamandır.� cevabını almıştı. Nediminin bile kendisini anlamadığından gelen acı, Yavuz�a çıbanın korkunç acısını unutturmuş ve bunun üzerine, �Bizi bunca zamandır kiminle bilirdin?� sözleri ağzından, tarihin neonlarına kesme nurdan kelimeler halinde dökülmüştü.
Şeyhülislam Kemalpaşazade, Yavuz�un ölümü üzerine yazdığı ünlü mersiyede, �Şems-i asr idi, asrda şemsin / Zılli memdûd olur, zamanı kasîr� demişti. �Çağının (ve ikindi vaktinin) güneşiydi, zira ikindi vaktinin gölgesi uzun olur; ama zamanı kısadır� şeklinde sadeleştirebileceğimiz beytini iki kelimeyle özetlemek istersek, en uygunu herhalde �Sana doyamadık!� olurdu. Ve der ki adeta bizlere: �Yeter artık �ibnu�l-vakt� olduğun, zamanın elinde esir olduğun, ne zaman �ebu�l-vakt� olma, şaşkın zamanlara yeni bir �Delâil-i Hayrât� (Şaşkınlara Rehber) reçetesi daha kaleme alma dirayetini, yürekliliğini göstereceksin?�
One Comment
turgay karaca
24 Mayıs 2011 at 15:15Muhteşem bir yazı olmuş pek çok ilginç ayrıntı var yazınızda elinize yüreğinize sağlık.