Düş artık yakamızdan Fransa!

Düş artık yakamızdan Fransa!
Hep böyle olur. En son yaşananlar, yakındaki çöpün uzaktaki ağaçtan daha büyük görünmesi gibi, gerçeğin üstünü örter, kendisi de birkaç zaman sonra batacak olan yeni bir yanılsamanın kuyruğuna bağlar zihnimizi. Fransa Meclisi’nin aldığı son karar da bu Frenk memleketi hakkındaki yargılarımızı sanki geri dönülemez biçimde sarsmış görünüyor. Ama sadece “sanki”. Bir süre sonra kırılgan (Menderes, “nisyan ile malul” demişti) hafızamız bu fena hatırayı da bağrına gömecek ve kızacak başka şeyler bulacağız.
Yine de güncelin bizi ayartmasına karşı mesafe koymayı bilelim ve uzak günlere sürelim kâğıttan gemimizi. Epeyce uzağa. Şöyle bin, binbeşyüz yıl kadar önceye.
Fransız halkının kökeni nereye dayanır? Bu çıplak sorunun cevabı çetrefillidir. Aslında Fransızların ataları olan Franklar Tuna boyunda, Macaristan civarında yaşayan “barbar” kavimlerden biriydi. Roma İmparatorluğu onların Akdeniz’e inmesini yasaklayıp uç beyliği konumunda tutma şartıyla vergiden affetmişti (zaten “frank” kelimesi de ‘vergiden muaf tutulan’ demektir). Roma İmparatorluğu’nun çökmesiyle Franklar Galya’ya, yani bugünkü Fransa toprağına yerleşmeyi başardılar. İşte Yahya Kemal’in, bir Fransız yazarından alarak tekrarladığı, “Fransız halkını bin yılda Fransa toprağı yarattı” sözü bu yeni toprağın yurt edinilmesi sürecini özetler.
Bunları anlatırken, nedense, ‘Aa, tıpkı bizim maceramız gibi’ dediğinizi duyar gibi oldum. Tabii ki öyle. Yahya Kemal’in Türkiye’nin Malazgirt iksirini Paris’te keşfetmiş olması da bir başka ilginç nokta. Biz nasıl Malazgirt zaferiyle Anadolu’da kendimize yeni bir vatan açmışsak, Franklar da Romalıların “Galya” dedikleri toprakları vatan edinmişler, misafir olarak geldikleri topraklarda yaşayanlarla yoğrularak Fransız kültürünü var etmişlerdi. Tabii Frankların ancak 8. yüzyılda Hıristiyanlaşıp Avrupalılaştıklarını da eklemek gerekiyor. (Sahi biz onları ta baştan beri Avrupalı bilmiyor muyduk? İşte patlatmanız için bir çıban başı daha!) Aynı şekilde biz de Anadolu platosunun kilidini 11. yüzyılda kırdık ve bu topraklar bin yılda kimliğimizi yoğurdu.
Demek istediğim, Fransa evvel eski bizim bildiğimiz Fransa değildi. Fransızlar da her millet gibi tarih içinde çıktıkları yolculukta nice duraklara uğradılar, bugünkü kıvama erebilmek için nice ter ve kan döktüler.
Ne var ki, yeni vatanlarında Fransa krallarını ciddi bir meşruiyet bunalımı bekliyordu. Barbar bir kavimken vatan ve din değiştirmişlerdi; yeni vatanları üzerindeki iddialarını hukukî bir çerçeveye bağlamak için şiddetle meşru bir tutamağa ihtiyaçları vardı. Bu bunalım ancak Fransa krallığını kendilerinden önceki imparatorluklara bağlamakla çözülebilirdi. Doğru ama hangi imparatorluğa? Roma İmparatorluğu, arkasında varis bırakmadan çöküp gitmişti. Kala kala geriye Bizans kalıyordu. Ama Bizans’la da tarihî bir bağ kurulamıyordu. Bu durumda tarih kuyularının başına koşarak masallar çekmeye başladı Fransa’nın akıldaneleri.
Efendim, Truva’nın yıkılmasıyla Batı’ya kaçanlar olmuştu. Bunlardan Aeneas, şair Virgil’in eseri sayesinde Roma’da tanınıyordu. İşte bu zat-ı muhtereme bir yeğen uydurup adını Francion koydular ve onu Fransızların atası ilan ettiler. Böylece Antik Çağ’ın en uygar devleti olan Truva’nın hükümdar ailesine demir atmış oluyordu Franklar. Sonradan bu soyağacına Büyük İskender’den tutun da Turcus’a kadar kimler eklenmedi ki! Asıl ilginç olan husus, bu Turcus ya da okunuşuyla söylersek Türküs, Türklerin atası oluyordu. Böylece meselenin bam teline dokunmuş olduk: Fransızlar ile Türkler kuzen çıkmışlardı!
Bakın şu bizim kuzenlerin işine! Bir zamanlar bizimle akraba olduklarını ispatlamak için kırk dereden su getiren hayırsızlar şimdi kalkmış, bize ağabeylik taslıyorlar. Eh, kuzenlerin birbirine kızıp küsmesi normaldir diyeceksiniz ama aynı hak bize de tanınmış olmuyor mu böylece?
Efsane bir yana, Fransızların tarih boyunca Türklere yakınlıklarını her fırsatta dile getirdiklerini, Fredagaire’in “Historia Francorum”undan beri biliyoruz. Ancak bu şarkı burada bitmez sevgili okur. Pierre Chuvin’in “Popüler Tarih”in son sayısında yazdığına göre, biz Bizans’ı yıkıp yerine oturunca Galya’daki kuzenlerimiz pek bir gönenmişler bundan ve Fatih’in, aslında Yunanlılardan ortak ataları olan Truvalıların öcünü aldığını düşünüp onların medar-ı iftiharları olduklarını söylemişler (o vakitler Grekçe konuştukları için Bizanslılar, Yunanlıların devamı kabul ediliyordu). Nitekim Montaigne’in denemelerinden birinde benzer bir yoruma hayretle rastlamışsınızdır siz de.
Fransız paparazzicileri Fatih’in annesinin bir Fransız prensesi olduğu efsanesini fark ettiklerinde tarih yeni bir rüyaya daldı. Bu efsaneyi sırtlanan Fransızlar yine “Türk” dedikleri Osmanlı kapısında aradılar meşruiyetlerini. Bir Fransız prensesinin, Osmanlı sarayına girip de Fatih gibi bir cihangiri doğurduğu ortaya çıkarsa Batı’daki kuzenlerimizin Avrupalı komşuları arasındaki konumları güçlenecek ve Fransa kralları daha bir dik bakacaklardı etraflarına. Böylece Büyük Efendi’nin, yani Padişah’ın akrabası konumuna yükseliyor ve Osmanlı kanalından Bizans’a ve Roma’ya, oradan da kestirmeden Truva’ya bağlanıyordu soyları. Uyanıklığın bu kadarına da pes doğrusu!
Lakin pes diyen yalnız biz değiliz. Nitekim Fransızların bu uyanıklığı Osmanlı sarayına da pazarlamak ve bu sayede işlerini usulet ve suhuletle görmek için çırpınıp durmaları, sonunda tarihçimiz Peçevî’yi çileden çıkartacak ve Fatih’in annesi meselesini bir hafiye gibi araştırmaya koyulacaktı. Fransızların ağızlarına sakız ettikleri rivayete göre, Fatih’in annesi Müslüman olmamış, yani Hıristiyan olarak ölmüş; zaten kilitli tutulduğundan Galata’daki türbesinde de Kur’an okunmazmış. Sevgili Peçevî bir gün elçilerin sözünü ettikleri türbeye gider, bekçisiyle konuşur. Bekçi kendisine, her sabah türbede hatim indirildiğini, ardından da kapısının kilitlendiğini söyler. İşin aslını öğrenen Peçevî uygun bir fırsatta bu bilgiyi Fransız elçisine aktarmışsa da, adam Nuh demiş, peygamber demeyip iddiasından geri adım atmaya zinhar yanaşmamıştır. Saf tarihçimizin anlayamadığı nokta, adamın derdinin Prenses’in varlığını saraya kabul ettirmek değil, bu efsane üzerinden hem Avrupa’da, hem de Osmanlı sarayında itibar kazanmak, velhasıl Osmanlı hanedanından asalet payı devşirebilmektir.
Anlayacağınız, hayırsız kuzenlerimizin yeni bir yaramazlığı ile karşı karşıyayız. Onları affedebiliriz. Baksanıza, hâlâ meşruiyetlerini bizim üzerimizden üretmeye çalışıyorlar. “Yahu bin sene olmuş, ayaklarınız üzerinde durmayı öğrenin de düşün artık yakamızdan.” dememizi mi bekliyorlar yoksa?

22 Ekim 2006, Pazar

One Comment

  • mehmet

    11 Mart 2012 at 13:06

    Sayın Armağan, Peçevi’nin araştırmasındaki tespitleri neden sonuna kadar yazmadınız?
    Fatih’in annesinin korsanlar tarafından kaçırıldığı, II. Murat’ın haremine girdiğini, önce müslümanlığı kabul etmeyip gebe olunca İslam’a girdiğini, aslında devşirme olduğunu..

    Yanıtla

Bir yanıt yazın