Ermeni tehciri

Ermeni tehciri

Galiba bugün “insaf sahibi” bilim adamlarının söylediklerini daha 1915’lerde, yani Ermeni Tehciri vuku bulurken “Tarihi Sevdiren Adam” söyleyivermiş. Nasıl mı? Beraber kulak verelim Eskişehir’de tehcire bizzat şahit olan Ahmed Refik’in İki Komite İki Kıtal’indeki satırlarına:

“Ermeniler tehcir ediliyor, diğer taraftan da Türk unsuru kafile kafile ateşe götürülüyordu. Anadolu’nun vâsi ovalarında, geniş ve ekilmiş tarlalarında, kırık bir boyunduruk parçasından buzağı haline gelmiş, sıska bir çift mecalsiz öküzü idareye çalışan yalınayak, sefil, yüzleri güneşten yanmış çocuklardan başka canlı görülmüyordu… Bir taraftan Ermeniler felakete sevk ediliyor, diğer taraftan halk açlıktan öldürülüyordu. Katar katar geçen trenlerde yurtlarını terk eden askerlerin me’yus ve muzdarip sesleri, acıklı türküler şeklinde aksediyordu… Bu trenlerle gidenler ne bedbaht insanlardı. Onların da Ermenilerden ne farkları vardı…”

Anadolu’nun büyük bir trajediyi yaşadığı yıllardır. “İki komite”, yani Ermeni komitacıları ile İttihatçı komitacılar arasına sıkışmış olan halk, yoksulluk ve sefalet yetmiyormuş gibi bir de ölümle burun buruna yaşamaktadır. Ahmet Refik, halklar arasındaki dostluğun bir örneğini de zikretmektedir. Adapazarı ile Eskişehir arasındaki Ermenilerle meskûn köylerin birçoğunda, Türk ahali komşularını kurtarmak için hükümete başvurur; fakat netice alamazlar. Anadolu ruhu, her şeye, bütün suni düşmanlıklara rağmen savaş yıllarında da dimdik ayakta olduğunu göstermiştir.

Bugün Ermeni Tehciri meselesinde gelinen nokta, artık iki taraftan da savaş hali icabı birtakım insanların öldüğü; ancak bunda bir soykırım kasdı bulunmadığıdır: Böyle bir soykırım emri yoktur; ancak birtakım çetelerin (komitaların) tehcir sırasında yol kesip katliam yaptıkları doğrudur. Bunun da Osmanlı hükümetini bağlayan bir tarafı bulunmamaktadır.

Zaten Bernard Lewis olsun, Gilles Veinstein olsun, Ermeni lobisi tarafından aforoz edilmelerine sebep olan açıklamalarında her iki tarafın da birbirlerini öldürdüklerini ve bunların bir iç savaş sırasında yaşandığının dikkate alınması gerektiğini belirtiyorlar. Aynı iç savaş şartlarında masum olduğunu ilan edebilecek bir ülke var mıdır? Fransa’nın daha dün denilebilecek bir süre önce Cezayir’de olukla akıttığı kan ne tez temizlendi? Amerika’dan ne kadar yerlinin “temizlendiğini” David E. Stannard, American Holocaust adlı kitabında (Oxford University Press, 1992) ayrıntılarıyla anlatıyor. Her 20 yerliden ancak biri hayatta kalabilmiştir! Tek fark, Cezayirlilerin de, Kızılderililerin de “lobicilik”te esamilerinin okunmayışıdır!

Peki Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan bu yana uluslararası arenada başını çok ağrıtan bu sorunla cepheden güreşebilmiş midir? Hayır. Hep kaçamak cevaplar, “olmaz öyle şey”ler, reddiyeler, “zaten Ermeniler de bizi kesmişti”lerle idare edildi bugüne kadar. Arşivler yıllar yılı araştırmacılara kapatıldı. Konuyu soğukkanlılıkla tartışacak bir ortamın olmayışı yüzünden meselenin iç yüzü hep karanlıkta kaldı. Ancak 1980’lerden sonra Osmanlı Arşivleri’nin açılmasıyla Kâmuran Gürün ve Eric Zurcher gibi bilim adamları arşiv vesikalarını inceleyerek uluslararası kamuoyuna objektif açıklamalarda bulunabildiler.

Fakat bu arada uluslararası arenada aleyhimizdeki önyargılar kemikleşti. Arşivleri kapalı tutmamız, suçluluk psikolojisine yoruldu. Halbuki yapılması gerekenler çok basitti. Madem kendimizi hiçbir biçimde suçlu hissetmiyorduk, o halde bu konunun uluslararası bir platformda tartışılmasını sağlayabilirdik. Bu illa filan mahkeme olmayabilirdi. “Taraf” bilim adamlarını ortak bir masa etrafında tartıştırıp o çok sözünü ettiğimiz ama bir türlü yapmadığımız şeyi, yani olayı tarihçilere emanet etmeyi becerebilirdik. Bu olmayınca ister istemez mesele siyallaştı, siyasallaşınca da arapsaçına dönmüş oldu.

Oysa Prof. Heat Lowry, neredeyse 10 yıldan beri haykırıp durmuyor mu, arşivlerinizi nitelikli araştırmacılara açmadıkça, konu ister istemez uzman olmayan ve ordan burdan alınan vesikalarla suiistimal edilecektir, diye. Biz 1922 Eylül’ünde “denize döktüğümüz” Yunanlıların İzmir’i yakarak kaçtıklarını söylüyoruz ya, yurt dışında mesele tam tersine biliniyor; “Gâvur” İzmir’i Türklerin yaktıkları iddia ediliyor. Buna da o devrin birkaç görgü şahidini delil gösteriyorlar. Oysa Lowry’nin ABD arşivlerindeki bulgularına göre bunlar hem tek yanlı şahitliklerdir, hem de bu şahitlerin sözlerini aktaranlar işlerine gelen yerleri almış, gelmeyenleri almamışlardır. Gelin görün ki bu konudaki TC arşivleri de henüz açılmamıştır!

Düşünebiliyor musunuz, bu kadar önemli bir konuda son sözü söyleyebilecek en önemli kaynak olan arşiv vesikalarımız araştırmacılara kapalıdır! O zaman ne oluyor? Araştırmacılar başka ülkelerin vesikalarına dayanarak yarım yamalak yaptıkları araştırmalarla dünya kamuoyunu etkiliyorlar.

Aynı şey, Ermeni Tehciri için de geçerli. Lowry haklı olarak Türkiye’nin tutumunu eleştiriyor: 1915–1980 arasında, tam 65 yıl Türkiye sessiz sedasız oturdu dışarıda kıyametler koparken. Bu “ara” dönemde Ermeni Tehciri konusu, Ermenilerce yazıldı ve dünya kamuoyu tek yanlı olarak propagandaya boğuldu. Kaynakları, tabiatıyla Batı ülkelerinin arşivleriydi. 1980’den itibaren başlayan ASALA terörü uyandırdı Türk hükümetini ve 65 yıl boyunca oluşturulmuş bulunan tabuların birkaç yılda değişeceği umuldu. Ne var ki bu o kadar kolay bir iş değildi. (“Turkish history: On whose sources will it be based? A case study on the burning of İzmir”, Osmanlı Araştırmaları, IX, İstanbul 1989 (ayrı baskı), s. 20.)

Türkiye, tarihinden kaçamaz. Geçmişimizden korkmuyorsak –ki bence de korkulacak, utanılacak bir tarihimiz yoktur– bütün konuların nitelikli tarihçilerce ilk elden kaynaklara dayanılarak incelenmesi için elimizden ne geliyorsa yapmalıyız.

65 yıllık gecikmenin bedeli, maalesef çok ağır oluyor…

Bir yanıt yazın