Osmanlı tarihini doğru anlamamızın önündeki en büyük engellerden birisinin, tarihin içindeki dinamikleri, tarihi yapan aktörlerin amaç ve niyetlerini doğru tahlil edemeyişimizden kaynaklandığı kanaati giderek pekişiyor bende. Osmanlı tarihinin en zevkli, en karmaşık ve en renkli dönemlerinin 17. yüzyılda başladığını düşünüyorum pek çok kişinin aksine. Hatta Heat Lowry’nin Trabzon, Osman Çetin’in Bursa için ortaya koyduklarına bakılırsa, bugün anladığımız anlamda İslamlaşmanın devletin çoğumuzun gerileme, bozulma olarak nitelediği dönemde arttığını söylemek mümkün. Demek ki, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş dönemlerinde, sonraki dönemlere kıyasla İslam’a daha sıkı sarıldığı yolundaki yaygın kanaati de sorgulamanın zamanı gelmiştir artık.
Sorgulanması gereken noktalardan bir başkası da, zannediyorum, 16. yüzyıl sonlarından itibaren ortaya çıkan ve Osmanlı Devleti’nin “Kanun-ı kadim”den uzaklaşmakta olduğu ve bu yüzden de birçok işin sarpa sardığı, düzenin bozulduğu, adaletten sapıldığı, yeniçerilerin dejenere olduğu vs. yolundaki uyarılardır. Bunlardan en bilineni ise Koçi Bey’in risalesi. Daha sonra Naima’dan Cevdet Paşa’ya, oradan da bugünkü Türk tarihçiliğine kadar sirayet etmiştir bu görüş. Ancak şikayetçilerin kimler oldukları, neden padişahlara bu tür telkinlerde bulundukları, hangi zümre veya kesim adına konuştukları, yani bir bakıma ideolojileri görmezden gelinerek yazdıkları yazılar doğru dürüst anlaşılamaz.
Elimize tarihi bir vesika geçtiğinde bunu iki aşamada değerlendirmemiz gerekir: Birincisi, bu vesikanın gerçekten bir vesika olup olmadığını kontrol etmek. İkincisi, vesikada anlatılanların doğru olup olmadığını kontrol etmek. Şimdi tarihçilerimiz genellikle birincisini yapıyorlar. Yani vesikanın eskilerin deyişiyle “mevsuk” olması onlara yetiyor, onu hiçbir kritiğe tabi tutmadan gerçeğin ta kendisi olarak kabul ediveriyorlar. Oysa bence tarihçiliğin başladığı nokta tam da burasıdır. Tarihçi, bu “mevsuk” vesikayı başka vesikalarla, başka şahitlerle karşılaştıracak, dönemin çeşitli anlatılarını bir araya getirerek ortak bir resim çıkartmaya çalışacak ve elindeki vesikayı bu resmin içerisine yerleştirecektir. Vesika, gerçek anlamını ancak o zaman bulmuş olacaktır.
Osmanlı Devleti’nin gerilemekte olduğunu iddia eden Koçi Bey gibilerini nasıl ele almalıyız öyleyse? Bu soruya ilginç bir cevap, Columbia Üniversitesi sosyoloji bölümü hocalarından Karen Barkey’den geliyor. Aktarıyorum:
“Osmanlı hakimiyet sisteminin esnekliği, 16. ve 17. yüzyılların tarihi için çok önemli bir bilgi kaynağı olan layiha yazarlarını hayal kırıklığına uğratıyordu. Gözlemlerinde iki temel hata vardı: Birincisi, Kanuni döneminden, toplumun tüm kesimlerinin mükemmel bir şekilde çalıştığı ve sadece kanunların sözünün geçtiği bir dönem olarak bahsediyorlardı; bu doğru değildir, çünkü dönem hakkındaki pek çok inceleme, toplumun sağlıklı kalması amacıyla, sistemin esnekliğini ve kanunları manipüle ettiğini göstermektedir. İkinci olarak 17. yüzyılda yaşanan tüm sorunları yönetimle ilgili iç değişikliklere -güçlü liderlerin olmamasına, kariyerleri boyunca karşılaştıkları yozlaşmalara, keyfiliklere- bağlıyorlardı… Ülkeler arası değil de ülke içindeki kriz üzerinde odaklanılması, bu layiha yazarları ve bürokratların bazılarının burunlarının ötesini göremediklerini göstermektedir. Ne var ki, Osmanlıların ülke içinde yaşadıkları sıkıntılar, Avrasya çapında yaşanan 17. yüzyıl krizinin ve Batı’yla Doğu arasındaki ekonomik ve askeri ilişkilerdeki değişimlerin ürünüydü.” (Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet, Çeviren: Zeynep Altok, İstanbul 1999, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 50-51.)
17. yüzyıl başlarında sarsılan sadece Osmanlı Devleti değildi şüphesiz. Bu, İspanya’dan Rusya’ya kadar neredeyse bütün bir Avrasya’yı sarsan bir krizdi. Bu kriz, İngiltere’yi olduğu kadar İspanya’yı da vuracaktı. Venedik’i olduğu kadar Osmanlı Devleti’ni de etkileyecekti. Ama Osmanlı Devleti, bu krizden çıkış yolları arıyor, yeni bir dünyaya uyum sağlamanın önündeki meseleleri çözmek için yeni projeler geliştiriyordu. Bu projelerden birisi, devletin ve kanunların esnekleştirilmesi, yeni şartlara uyum sağlayacak hale getirilmesiydi.
Barkey, 17. yüzyıldaki eşkıyalık hareketleri karşısında Osmanlı Devleti’nin “kökünü kazıma” hareketlerine girişmeyip düzenli bir biçimde eşkıya ile pazarlık masasına oturmasını bir zaaf olarak telakki eden klasik anlayışı da kökünden sarsıyor ve şöyle diyor: “Pek çok tarihçinin zayıflık olarak gördüğünü ben güçlülük olarak görüyorum… Eşkıyaların merkezle bütünleştirilmesine yönelik Osmanlı politikaları, güçlü bir devletin uygulayabileceği politikalardı… Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet güçlüydü çünkü hem eşkıyaların yıkıcılık potansiyeli taşıyan faaliyetlerinin önünü kesebiliyor, hem de bu faaliyetleri, önemli hale geldiklerinde, kendi yararına kullanabiliyordu.” (s. 248)
Eşkıya ile pazarlığa oturan devlet, aslında pekala biliyordu ki, bu hareketler merkezden daha fazla pay almak amacıyla yapılıyordu ve Batı’daki anlamda sistemi yıkmaya talip değildi. Bu noktayı kavrayınca, bir babanın yaramaz çocuklarına yapacağı muameleyi benimsiyor ve onların evden kaçmalarına izin vermeden sistemden ne istediklerini soruyordu (Sultan I. Ahmed’in, asi Canboladoğlu’nun isteklerine “Bu kadar da olmaz!” diye tepkide bulunması bunun bir işaretidir aslında.) Pazarlık süreci sonunda devlet her zaman galip çıkıyordu.
Mesela bir eyalete vali olan asi lideri, bir süre sonra elindeki eşkıya kuvvetlerini sefere göndermek ve devlet için savaşmak zorunda kalıyor, kısacası sistemle bütünleşiyordu. Böylece Osmanlı yöneticilerinin müthiş kurnazlığıyla sistemin içine çekilen eşkıyalar, devlet organizasyonunun içinde eriyor, hatta zamanla sistemin en yılmaz savunucuları haline geliyordu. Böylece asi başı Abaza Mehmet Paşa olayında görüldüğü gibi, tam sistemin içine dahil edilmişken gerektiğinde ipi kolayca çekiliyor ve Kuyucu Murat Paşa gibi asileri bastırmakta büyük gayret göstermiş bir sadrazamın hemen yanı başına gömülebiliyordu devlet töreniyle.
Osmanlı Devleti’nin muhalefeti kanla bastırarak değil, onları sistemin parçası yaparak, yani muhalifini bünyesine katarak (“Muhalefet yapılacaksa onu ben yaparım”) etkisiz kılma politikasının bugün de devam ettiğini söylemek çok mu erken bir yorum olur dersiniz?
Not: Bu yazının günümüzdeki olay ve kişilerle hiçbir ilgisi yoktur.