Evine dön, baba!

AMERİKALI şair Robert Bly, şairliğinin yanı sıra “Erkeklere Mahsus Toplantıları”yla da meşhurdur. Bu seri toplantılara cins-i lâtif kabul edilmez; çünkü şair, Sanayi Devrimi’yle ortadan kalkmaya yüz tutan türün, yani erkeklerin rehabilitasyonuyla meşguldür. Sanayi Devrimi 1830’larda başladığına göre, erkeklerin daimi işe gitme tarihleri de 175. yıldönümünü kutlamaya başlamış demektir.
Geniş aile, çekirdeğine kadar soyulmuş, kalan aile fertlerinden baba işe gitmiş, çocuklar ile anne evde baş başa kalmışlardır. O yıllar ortalama 15-16 saatlik mesai şartlarında bu, çocukların baba ile temaslarının keskin bir şekilde kesilmesi anlamına gelmektedir.
Çocuk, özellikle erkek çocuğu, babasının yanında durarak yetişir, ondan birçok şey alırdı eskiden. Bunlar, bugünün insanına anlatılması zor bilgilerdir. Çocuğa belirgin bir kendine güven, bir şuur, bir erkek olma bilgisi ve bilincini kazandırırdı babayla birlikte olmak. Sanayi Devrimi öncesindeki çağlarda erkek çocukları sürekli babalarıyla beraberdi. O size işleri nasıl yapacağınızı öğretirdi; nasıl tarla sürüleceğini, nasıl çivi çakılacağını, çevreye nasıl intibak edileceğini… Bu bir tür manevî gıdaydı erkek çocuk için; babanızın bedeninden sizinkine akan görünmez bir gıda. Sanayi Devrimi’yle birlikte baba evden sürgün edilince bu gıdanın kaynağıyla irtibat da kopmuş oldu.
Bugün ortalama Amerikan ailesinde çocukların babalarını görme süresi günde 10 dakikaya kadar düşmüş durumdadır. Bu sürenin yarısı da, “Odanı temizle”, “Yapma, etme” gibi buyruklarla geçmektedir. Sanayi Devrimi, anne-kız ilişkisine fazla zarar vermiş değildir. En azından baba-oğul ilişkisine verdiği kadar zarar vermiş değildir. Anne ve kız çocuğu, birbirine yakınlıklarını büyük ölçüde korumuştur sanayi toplumunda. Hâlâ en yakın fertler onlardır aile içinde. Kızlar, annelik kanalından gelecekte nasıl bir kadın olacaklarına dair güçlü bir bilgi ve davranış kodunu tevarüs edebiliyor, kadınsı (feminine) duygu modunun bilgisini edinebiliyorlar annelerinden.
Sanayi Devrimi’ni müteakip erkek çocuğa babası kanalından akan bilgi ve bilgelik muslukları kurumaya başladı. Nasıl erkek olunacağına ve erkeksi (masculine) duygu modunun ne olduğuna dair bilgiyi babasının yerini tutacak başka erkek aracılardan da alamaz oldu oğlan çocukları. Erkek akrabalar aileden birer ikişer tüyünce bütün yük babaya düşmüş, ama baba da işe gitmişti işte…
Bunun önceden hesaplanmayan sonuçlarından birisinin hayatın dişileşmesiolması tabii değil midir? Sanayi toplumlarında erkeğin egemenliği iş hayatına doğru kaymış ve evin içinde kadının “mecburi egemenliği”, rakipsizliğini ilan etmiştir. Dolayısıyla da özellikle erkek çocukların eğitiminde kadının/annenin belirleyici rolü, beklenenden de ağır olmuştur. Bu, aslında annenin yükünü de artıran bir gelişmedir; genç bir anne, daha kocasını (yaşıtı olan bir erkeği) tanımadan kadınlık duygularıyla erkek çocuğunu eğitmeye zorlanır.
Kadınlar oğullarına erkek olmayı öğretebilirler mi? Duygularını daha küçük yaştan itibaren sözlerine ve davranışlarına yansıtmaya programlı bir cinsiyet, bu noktaya ancak kırkında ya da ellisinde ulaşması beklenen karşı cinse, “cins-i kesif”e hayatı öğretecektir, öyle mi? İster istemez kadınlığın içerdiği o yumuşaklık ve şefkat, erkek çocuğunu da ehlîleştirmekte ve onu dişi davranış kalıplarına bürünmeye zorlamaktadır. (Hatırlayalım: Annenin müşfik kolları, zorluk ve sertlikten gözü yılan her erkek çocuğu için eşsiz bir konfor değil midir?)
Gelin görün ki, iş dünyasının rekabetçi piyasasına girince, dişileşmiş davranış kalıplarıyla yetişen erkeğin önüne iki seçenek çıkmaktadır: Ya yırtıcı ve rekabetçi bir hayat tarzına sıçrayacak ve zor şer ona adapte olacak ya da piyasanın çarkları arasında silik bir role razı olacaktır. Velhasıl, denge her iki halde de kolay kolay tutturulamayacaktır.
Babadan ve babanın çevresinden gelen manevî akımdan nasipdar olamayan erkek çocuğunun başı kopmuş bir halde hayatın içinde oradan oraya savrulması, bir yanda evcilleştirilmiş duygusal hayatı, öbür yanda ise alabildiğine acımasız bir yükselme merdivenine dayanmış iş dünyası arasındaki sıkışmışlık ve yaralanmışlığın tabii bir sonucu olmaktadır. Günümüzde genç erkeklerin futbol maçlarında sergiledikleri saldırganca tutumların, takım ve futbolcu tutma fanatizmlerinin arkasında, hayatın içinde kendilerine örnek alabilecekleri bir baba figürünü bulamamaları yatıyor olamaz mı?
Babanın ve çevresindeki “baba dostları”nın eksikliği, başka figürlerle telafi etmeye zorlayacaktır erkek çocuğunu. Bu figürlerin kendisine ihanet etmemesi, beklentilerini boşa çıkarmaması ve kendisinin başaramadığı o hep kazanma şovunu sahada sergilemesi gerekmektedir. Öyle ki, tuttuğu takımın yenilmesi babanın ölmesiyle eşdeğer hale gelir. Erkekler nadir durumlarda ağlar; takımı yenilince de ağlar.
Bir erkek çocuğunun etrafında ömrü boyunca döndüğü eksen olan babanın fıkdânı, en çok kırklı yaşlarda bilinçle hatırlanır. Daha önce nafile yere şurada burada aranan baba figürünün yedekleri, Hz. İbrahim’in (as) birer birer ufûl eden sahte tanrıları gibi sahneden çekilmeye başlayınca, erkeğin iç dünyası bütün çıplaklığıyla önüne uzanır. Seyreder onu, onda seyreder kendisini. Baba bu sırada toprağın altına girmemişse eğer, ya hasta ya da yaşlıdır. Hayatın kenarına çekilmiş, yıllar önce kendisinin veremediği enerji ve manevî gıdayı oğlundan bekler olmuştur. Baba ile oğlun mezarın eşiğinde trajik karşılaşmasıdır bu.
 Erkek yıllardır içine baktığında zinhar bulamadığı, hissiz ve donuk bir iç dünyaya sahip olduğunu düşünerek dertlendiği ve duygularını daha çocukluktan itibaren kelimelere jöle gibi bürümekte hüner kesb etmiş kızlara/kadınlara gıpta ile baktığı o kör noktayı şimdi keşfetmiştir. İçinde kendisine unutturulan adanın haritasını çıkarmak içinmiş meğer bütün o başıboş saldırganlıkları. İçinde tarif edemediği boşluğu telafi etmek için çaldığı yanlış kapılarmış hepsi de.
Erkeğin evden sürüldüğü, çocukların babasız bırakıldığı, erkek için hayatın merkezini büyük ölçüde yitirdiği ve kadınların bile şikayetini mucip olacak ölçüde dişileştiği, ölümün hayatın yüzünden silindiği, feminizmin kadınlar için bir “negatif baba ikamesi” olarak icad edildiği dişil bir sosyal dünyada hırpalanmış olan sahih erkeklik bağını yeniden kurabilmek, yani bir restorasyona girişmek kolay değil ama bu gidiş, insanlığımızı bugüne getiren iki ana kaynaktan birisini kurutan, öbürüne de aşırı yüklenerek sömüren bir ortam, şair Robert Bly’ın deyişiyle, ancak “insanlığın kışı” gibi bir noktaya sürükler bizi.
Suni bir ocak başında ısınmaya çalışan ‘modern’ aile üyeleri, uzun zamandır evden gitmiş babanın tepeden tırnağa kara gömülmüş bir halde kapıyı şevkle tıklatmasına ne kadar muhtaçtır oysa.

3 Comments

  • cem tunca

    11 Kasım 2013 at 23:19

    çok enteresan ve üzerinde çokca düşünülmesi gereken bir yazı…hepimizin hayatında izler var…bence bu yazının devamı olmalı…sanayıileşmiş bir toplumda böyle yetişen bir erkek ne yapmalı? nasıl aşmalı bunu?? evet çözüme yönelik birşeyler yazmalı..ne dersin üstad??

    Yanıtla

Bir yanıt yazın