Fatih ve Fethe 4. boyuttan bakış…

Fatih ve Fethe 4. boyuttan bakış…

Safa Metin‘in kitap eleştirisi

Evrendeki dördüncü boyuttan söz ediyor fizikçiler. Bu bir manevi boyut. Bu aleme dahil olabilen insanlar farklı bir biçimde yaşamaya başlıyorlarmış. On yılda bir bir yaş atıyorlar, kalp ilmine vakıf olabiliyorlar vs. Kim bilir, onlar on yıl deseler de dördüncü boyutta yaşayanlar daha uzun yıllarda bir yaş yaşlanıyorlardır. İhtiyarlıkları yaşlılıktan değil, ihtiyara sahip olduklarından zahir.

Bir de tersi söz konusu olamaz mı? Beşinci boyut vardır örneğin. Bu boyuta girebilen bir kalb-i selim, yılda on yaş büyür. Neden olmasın?

Fatih Sultan Mehmed diyorum ben. 21 yaşında iken İstanbul fethettiğine göre, neden aslında daha yaşlı olmasın?

Mustafa Armağan Profil Yayınlarından çıkan yeni kitabı Gülün Fethi’nde Fatih’in yaş sorununa yakından bakıyor. Onun resmedilişindeki garabete dikkat çekiyor yazar. Resimlerinde kırklı yaşlarında gördüğümüz Fatih’e yirmili yaşlar yakıştırılmıyor muydu yoksa zihnimiz bu yaştaki bir “çocuk”a fethi mi yakıştıramıyordu?

Yaşlı-genç Fatih paradoksu irdeleniyor kitapta. Genç ama yaşlı, yaşlı ama genç bir Fatih geçiyor tarih aynasından bu defa

. Yeni bir Fatih ve Fetih kitabında Mustafa Armağan acaba ne anlatmıştır diyorinsan. Kendisini şerh etmiş dersek, çok mu iddialı olur? Kendisini şerh ederek başlamış kitabına. Sonra da tarihi. Kendisi, zaten tarih değil mi artık? O halde biz de bu yazıyı şerh edelim.

Yazar, Gülün Fethi ile bir kere daha okurunu şaşırtıyor. Evvelce de tarih dedektörü yazarımızı hazine aramak için çıktığı yolculuklarda kaybetmiş, elleri kolları ganimetlerle dolu buluvermiştik bir garip tire işaretinde.
Garip diyoruz, evet. Garip bırakılmış olmak için bileği kesilmiş bulunuvermek gerekmiyor ki tarihin karanlık odalarında. Mumyası bulunmuş bir Fatih garip değil midir? Ya da bütün yapabildiği, gemileri karadan yürütmek olan bir Fatih, garip değil midir? Deruni bir savaş için yola çıktığı halde, ortada görünen galibiyetin çok yüzeyde, çok yüzeysel olması gariplik değil midir? Kazanmışken kaybetmekten başka nedir bu?
Kitabında kabukların savaşına benzetiyor sadece teçhizat ile yapılan savaşı. Halbuki, diyor, tarih, bunların çok ötesinde, çok içeride, derinlerde bir yerdedir. Beyinlerde, yüreklerde, ruhlardadır tarih. Galibiyetler ve mağlubiyetler orada.

Kitap sorularla başlayıp makalelerle son buluyor. Derinlikli bir Fetih ve Fatih yorumu bu kitap. İstanbul, aynı zamanda şehre aşık olan yazarın satırlarında bir ideale dönüşüyor. İstanbul, Peygamber övgüsüne mazhar olmuş bir komutanı bekleyen ütopya olmuş yüzyıllar boyu. Yazarın satırlarında O’nun kokusunun duyulduğu bir gül oluyor şehir.
29 Mayıs’ta dünyaya bir gül düşüyor. İsmetli şehir. İçinden Asımlar geçecek diye, geçebilsinler diye, Fatih bir ideal şehir olarak tasarlıyor İstanbul’u. İstanbul’un gül oluşundaki sırra dokunuyor, hala duymaya çalıştığımız kokunun peşinden gidiyor.

Gülün Fethi, bitmemiş bir İstanbul fethi rüyasındaki şifreleri döküyor diyebiliriz avucumuza. Eğer her okur, satır aralarından topladığı şifreleri sabırla biriktirir ve çözmek isterse, kitap bize İstanbul’u yeniden hediye edeceğe benziyor. İstanbul mu dedik? Hayır, Peygamber duasını.
Yazar, diğer kitaplarında oldu gibi sadece fethi yorumlamakla bırakmıyor okurunu, aynı zamanda bilgi boyutunu tamirata da girişiyor. İyi de yapıyor doğrusu. Fethin perdesini aralayıp arkada neler olup bittiğini anlatmayı ihmal etmiyor.

Sunuş bölümü aslında kitabın hülasası diyebiliriz. Bir tiyatro sahnesinde anlatılmamış, yazılmamış ne var görmek isteyenleri, kulise taşımak gibi bir şey bu. Kulis. Molla Gürani’ye gülümsemek, diğer odada Akşemseddin’i görmek, Molla Fenari’ye şöyle bir bakıp kolumuzdan bizi sertçe çeken yazarın adımlarına yetişmeye çalışmak. Ayaklarının yerden kesildiğini hissedersen sayın okur, sakın, ama sakın şaşırma. Fatih’i “Fatih” yapan o ustaları, ellerinde nefs düzelten ütüleri, öfke biçen makasları, diyalog diken iğneleriyle bulacaksınız.

Kitap, sonlara doğru yazarını kaybettirebilir size. Aramayın sakın, o şimdi bir Hüda-yı Nabit altında oturmuş gölgelenirken, elinde yeşim taşından bir havan eli, külçe altınlar dövüyordur. Altın tozları serpmek için İstanbul’un ve üzerimize yeniden. Neden mi? Fatih bizi görsün, bizde fethe değer şeyler bulsun, bizimle gurur duyup da bizi yeniden fethetsin diye.

Kitapla ilgili teknik bilgiler ve internet üzerinden sipariş şartları için bu linki kullanabilirsiniz…

Fatih’in peşinde olduğu gerçek fetih

Fatih’in iki resmî tarihçisi vardı. Birisi Kritovulos adlı bir Rum’dur, öbürü de Tursun Beğ’dir. Çok farklı birikimlerden gelen bu iki tarihçinin aynı fetih olayına farklı pencerelerden bakmış olmaları ilginç bir manzara ortaya çıkartmıştır.

Kritovulos, Bizans’a daha yakın düşen bir Fatih portresi yontmakla meşgulken, Tursun Beğ’in onun İslam geleneğiyle irtibatını vurgulamış olması değerli ipuçları uzatmaktadır önümüze. Tursun Beğ’in tarihinde dikkatimi çeken pasajlardan birisi, fethin gerçekleştiği gün, yani bu yazıyı yazdığım dakikalardan 555 güneş yılı önce Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya ile bir miktar hasret giderdikten sonra kubbeye çıkışını anlatır. Bıyıkları henüz terlemiş, belki de sakalları bile daha gürleşmemiş olan bu genç adamın, fethin sembolü olacak Ayasofya’nın kubbesinde ne işi vardır dersiniz? Henüz fethin buğusu üzerinde tüterken, İstanbul’u ruhuna içirircesine derin derin seyretmiş ve…

En iyisi burada keseyim ve sözü Tursun Beğ’in cilveli lisanına bırakayım: “Çün nazar-ı ibret ile İstanbul’un üzerine baktı, ayn-ı firâset ile gördü ki âb u hevâsı ve etrâf-ı dil-küşâsı ve tağ u rağ u sahrâsı bir sûret-i hüsnâdur ki, dest-i meşâtta-i emn arâyiş virmediğünden ve âyin-i din-i Seyyidü’l-mürselîn tezyin itmedüğünden, zülf-i pür-çin-i dilber-i nâzenîn gibi müşevveşü’l-hâl ü perîşân kalmış idi.”

Soran gözlerle ‘İyi de bu ağdalı Osmanlıcasıyla ne diyor bu Tursun Beğ?’ der gibisiniz. Özetle şunu: ‘Fatih ibret gözüyle baktı baktı da İstanbul’a, bu şehrin suyunun, havasının ve gönül açan çevresinin, tepeleri ve ovalarının adeta bir güzelin şeklini andırdığını ferasetiyle gördü. Fakat bu şehre Hz. Muhammed’in (sas) dini dokunup güzelleştirmediğinden bu nazenin güzelin kırış kırış olmuş zülfü karmakarışık ve perişan bir hale gelmişti.’ Tespit bu: Müslüman eli değmemiş bir şehirdi İstanbul ve perişanlığı bu yüzdendi. Öyleyse ne yapılması gerekiyordu? Bu nazenin güzelin bakımsızlıktan kırışmış olan yüzünü estetik bir müdahaleyle yeniden eski güzelliğine kavuşturmak için kollar sıvanmalıydı. Fatih’in de o ilk Ayasofya seferinden dönüşte bunu yaptığına şahit oluyoruz.

Yaygın kanaatin aksine, fethin İstanbul açısından keskin bir kırılma noktası, bir kopuş anı olduğunu herhalde söyleyemeyiz. Daha ziyade ‘kültürel protezlerin eklemlenmesi’ hadisesiyle karşılaşırız. Zaten 1204-1261 yıllarında vuku bulan ve Bizans’ı soyup soğana çeviren Haçlı Latin istilasından sonra İstanbul eski görkemli günlerinden epeyce uzaklaşmış durumdaydı. Üstelik hızla Latinleşmekteydi, Katolikleşmekteydi hatta. Mora Yarımadası’ndan gelen Paleologos hanedanının restorasyon çabaları da gün geçtikçe daralan sınırları ve ufukları genişletmeye yetmeyecekti.

“Keşke biz yönetsek” diyeceğimiz şehir var mı?

29 Mayıs 1453’te gerçekleşen fetihten sonra ise küllerinden bir kere daha doğdu Konstantinopolis. Uyandığında adı artık İstanbul’du. Müslümanların şehri güzelleştirmeyi amaçlayan itinalı yönetiminde ciddi bir canlanma, canlı bir yenilenme, adeta bir diriltme çabası yaşandı ve bu canlılığın asırlar içerisinde şehrin kültürüne olduğu kadar mimari dokusuna, siluetine ve çok renkli beşerî ve dinî kompozisyonuna köşesine bucağına varıncaya kadar yansıdığına şahit olundu.

Fetihle birlikte İstanbul’a gelen muazzam yatırımları ve bunun sonucunda oluşacak büyük dönüşümü ben daha çok bir yılanın uzun sürmüş bir kışın ardından gömlek değiştirmesi ya da hırpalanmış olan bir vücudun tıkanmış damarlarının açılması gibi değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. İşte 1453’ten sonra sönmek üzere olan Bizans’ın eski görkemli başkentinin soluk ışığı, şehrin yeni ve enerjik sakinlerinin maharetli ellerinde birkaç asır daha parlamaya devam etmiş, ölümsüz bir şehir olduğu iddiasını modern çağlara kadar sürdürmüştür. Mesele de şehrin gözüyle budur zaten. Aslına bakılırsa fetih, bir yerde “daha iyi yönetme iddiası”dır. Osmanlı Devleti yalnız İstanbul’da değil, Asya’da da, Afrika’da da, Avrupa’da da fethettiği şehirler üzerinde bu “Ben senden daha iyi yönetirim” iddiasını pratikte ispatlamış bulunuyordu. Mesela bugün bize, “Madem o kadar fethetmek istiyordunuz, alın şehrin anahtarlarını, Viyana’yı 5 yıllığına siz yönetin!” teklifinde bulunsalar buna cesaret edebilir miyiz? İçimizden samimi olarak bu teklife “Evet” diyebilenimiz çıkar mı? Pek emin değilim. Oysa 15. asır ortasında gencecik bir Osmanlı yöneticisi, dünyanın en uygar şehirlerinden birini daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya atılabiliyordu. Üstelik iddiasını sadece şehri fethetmekteki becerisinde değil, ona yeni bir ruh üflemek, onu olumlu yönde dönüştürmek (‘kentsel dönüşüm’) ve başarıyla yönetmekteki becerisinde sergiliyordu.

Şunu söylemek istiyorum: Osmanlılar Bizans’ın bu ölümsüz başkentinin ihtişamı karşısında ezilebilirler, onun manevi ve kültürel ağırlığı altında kalabilirlerdi. Lakin Avrupalı gözünden bakılınca, beklenmeyen iki şey oldu. Birincisi, ‘barbar’ dedikleri Fatih ve torunları, Bizans’tan kalan eserleri yok etmek yerine, yaşatmayı tercih ettiler. Onları korumaya aldılar. Ayasofya’nın minareleri bile yapıyı güçlendirmek amacıyla inşa edilmiş, kubbenin açma tehlikesini bertaraf etmek amaçlı payandalardı. Hatta minaresiz bir Ayasofya’nın ne kadar hantal bir gövde olarak kalacağını bir düşünme egzersiziyle kendiniz de bulabilirsiniz. İkincisi ise bu şehrin ruhunu ona o kadar iyi nüfuz ederek okudular ki, şehre yapacakları katkıları adeta o ruhun rahminden sezaryenle değil, kendiliğinden yeniden doğurttular.

2005 yılında uluslararası bir organizasyona, Dünya Mimarlar Kongresi’ne ev sahipliği yapmıştı İstanbul. Orada çok ünlü bir Batılı mimar (Peter Eisenman), İstanbul’a gelmeden önce bu şehrin sınıf birincisinin Ayasofya olduğuna inandığını ama gelip görünce kararını değiştirdiğini ve İstanbul’un en güzel eserinin Sultanahmet Camii olduğunu söylemişti. Düşünün, aradan kaç asır geçmiş, üstelik Bizans safında olduğunu düşündüğünüz çağdaş bir sanatkâra, İstanbul’u ne kadar iyi okuduğumuzu bu şekilde anlatmıştır Sedefkâr Mehmed Ağa. Belki de Fatih’in de peşinde olduğu gerçek fetih buydu. İstanbul’un derisi altında saklanan fakat Bizans’ın çıkarmaya gücü yetmediği ikinci İstanbul’u fethetmek. Zamanı fethetmek buydu. 555 yıl sonra biz hâlâ İstanbul’un fethini göğsümüz kabararak kutlayabiliyorsak, 29 Mayıs 1453 Salı sabahı şehrin kapılarından içeriye ellerimizde meşalelerle daldığımız için değil, burayı bir vatan parçası yapmaktaki ‘uzun soluklu fethi’ ya da belki ‘sessiz fethi’ gerçekleştirmeyi başardığımız içindir.

Avusturya’nın Kanuni korkusu

Geçtiğimiz günlerde gazetelere yansıyan bir haber hepimizi yeniden irkiltmeye yetti. Avusturya parlamentosundan sağcı bir milletvekili Adreas Mölzer, AB Komisyonu’nun yanıtlaması istemiyle AP Başkanlığı’na verdiği yazılı soru önergesinde, Müslüman liderlerin sıklıkla “Avrupa’nın fethi İslam’ın temel hedefidir” söylemini dile getirdiklerini bildirmiş. Alman Sosyal Demokrat Parti’den (SPD) Avrupa Parlamentosu’na seçilen Volkan Öger’in seçim kampanyası sırasında tamamen ekonomik, kültürel anlamda söylediği belirtilen ve mizahi yönü de olan “Kanuni Sultan Süleyman’ın 1529’da başlattığı Viyana kuşatmasını, vatandaşlarımızla, güçlü erkeklerimiz ve sağlıklı kadınlarımızla biz tamamlayacağız” cümlesini de alıntılayan Mölzer, “Bu tehlikeli duruma tepki olarak tartışılan İslam dünyasından göçün durdurulmasının aciliyeti ne düzeydedir?” diye de sormayı ihmal etmemiş.

Velhasıl Jörg Haider’in sağ kolu olarak nitelendirilen Mölzer’in sözleri, aradan 4,5 asır geçmesine rağmen Avusturya’da, yalnız Avusturya’da da değil, aslında Avrupa’nın neredeyse tamamında bir Kanuni ve Osmanlı fobisinin yaşamakta olduğunun en çarpıcı belgelerinden biri.

Peki bu korku tamamen yersiz mi?

Avrupa’nın bilinçaltındaki korku

Aslına bakılacak olursa bu korkunun temelinde Avrupa’nın İslamiyetle olan çarpık (gayri meşru da diyebilirdim) ilişkisi yatıyor. Çünkü Tarık bin Ziyad’ın Afrika’dan Endülüs’e çıkarma yaptığı 711 yılının Mayıs’ından itibaren bu Karanlık Kıta’nın kaderini ve gidişatını belirleyen temel güç, İslamiyet olmuştur. Düşünün ki, Müslümanlar Avrupa’ya çıktıklarında Avrupa Ortaçağ’ın en karanlık zamanını yaşamaktaydı.

Denilebilir ki, Avrupa Müslümanlar sayesinde batı ucundan başlayarak aydınlanmaya başladı ve kıtanın gördüğü en özgün uygarlık sentezlerinden birisi olan Endülüs’ün ışığı Avrupa’nın yeniden aydınlanmasının da başlangıcını oluşturdu. İşte Müslümanlara olan bu derin borcun ağırlığı karşısında ezilen Avrupalı aydınlar, daha Rönesans devrinden başlayarak hem onun ışığını emmeye, hem de Müslümanlara resmen küfretmeye bayılıyorlardı. “Tıbbın Öyküsü” (The Story of Medicine) adlı kitabında Victor Robinson şu ilginç satırları yazıyor:

“Rönesans dediğimiz şey, Müslümanlara (yazar ‘Arabism’ diyor) başkaldırı olarak başlamıştır. Rönesans’ın ilk büyük mücadelesi, İbn Sina bağlıları ile Galen’in yeni yazılarına bağlananlar arasında cereyan etmiştir. Hatta Jean Fernel adlı öncü, faeces Arabum mele latinititatis conditae demiştir, yani Arapların pisliği Latin balıyla tatlandı.”

Özetlersek, Müslümanların yüzyıllar süren ezici bilimsel üstünlüğü karşısında içine düştükleri aşağılık kompleksinden çamur atarak sıyrılmayı denemişlerdi Avrupalılar. İnkâr, aşağılık kompleksi içinde kıvrananların yapacağı bir eylemdir ve Avrupa tarihi, Rönesans’tan beri bu defa doğusundan yükselen bir gücün karşısında yeni bir aşağılık duygusunun elinde esir olacaktır. Bu, Türk korkusudur, ya da Mölzer’in durumunda, Kanuni fobisi.

Peki bu korku ne kadar gerçektir? Biliyoruz ki, korku, objesi gerçek olsa da, kökenleri korkan varlıkta bulunan bir duygudur. Avrupa’nın bilinçaltına, kökü 8. yüzyıla kadar geriye giden bir İslam korkusu yerleşmiştir ve anlaşılan bu korku, günümüzde de devam etmektedir. Hala Avrupa Birliği’ne girişimizi Kanuni’nin Viyana’ya girişine benzetmelerinin sebebi, korktukları objenin benliklerini fethedeceği paniğidir.

Kanuni hakkında yanlış bildiklerimiz

Peki Kanuni nasıl bir hükümdardı? Yani Avrupalıların korktukları kadar var mıydı?

Burada bir özeleştiri yapmanın zamanıdır. Tarih kitaplarımızda Kanuni’ye çok fazla haksızlık yapıyoruz. İşte Hürrem Sultan’ın elinde oyuncak oldu, işte Fransızlara kapitülasyonları verdi, işte Osmanlı’nın dibine kibrit suyu döktü vs.

Bu çocukça yargıların tarihte yaşamış Kanuni’yle en ufak bir alakası yoktur. Şunu soralım: Hürrem Sultan’ın en çok istediği, Şehzade Bayezit’in tahta çıkmasıydı. Peki çıkabildi mi? O zaman demek ki, Hürrem’in de her istediği olmamıştı.

Kapitülasyonlar da pekala Osmanlı ekonomisine en az 200 yıl nefes aldıran ekonomik bir tedbirdi. Unutmayalım: İzmir, Selanik ve Halep limanları kapitülasyonlar sayesinde parladı. Kapitülasyonlar 19. yüzyılda başımıza bela olduysa, bir insanın 300 yıl sonrasını da görmesini nasıl bekleyebiliriz? Buna hakkımız var mı? Yani şimdi hükümetin aldığı bir kararın 2307 yılında da geçerliliğini koruyacağının garantisi mi var?

Kanuni’nin adının neden ABD Senatosu’nda dünyadaki büyük kanun yapıcıların yanına yazıldığının sırrını anlamak çok mu zordur? Barbaros’u Fransa Kralı’nı kurtarmaya yollayan da, Bağdat’ı Şiilerin egemenliğinden kurtaran da, Kudüs’ü yeniden inşa eden de, Budapeşte’nin bugünkü kimliğine kavuşmasını sağlayan da, İstanbul’u Mimar Sinan’la el ele vererek nakış nakış işleyen de, Divan edebiyatındaki gazel yazma rekorunu kıran da, yazdığı mektuplarda yönetim felsefesini ve dünya görüşü ortaya koyan da oydu.

1566 yılında, 70’ini aşmış ve ikinci emeklilik döneminin sonuna gelmişken hasta yatağından kalkıp at üstünde bin küsur kilometrelik yolu tepen bir insana daha yakından bakmalı değil miyiz? Üstelik bu sefere çıktığı sırada ancak iki kişinin yardımıyla tuvalete gidebiliyordu ihtiyar Kanuni. Üstün performansını 26 yaşında tahta geçtiğinde de, 72 yaşında Zigetvar’ı fethe çıktığında da koruyabilmiş olması ve toplumun hep önünde yürümesi, ona yeterince büyüklük kazandırıyor zaten.

Kanuni’nin tek derdi Avrupa’ya hakim olmak değildi kuşkusuz. Evet, Avusturya üzerine düzenlediği ve tarihlerimize “Alaman seferleri” diye geçen askeri harekâtları, Şarlken’i sonunda pes ettirmiş ve savaş meydanlarından kaçırmıştı. Macaristan’da istediğini kral yapmış, istemediğini devirmişti. Doğru ama Kanuni’nin Kafkaslar ve Orta Doğu ile Akdeniz’e düzenlediği seferler de onun salt bir Avrupa patronluğu için değil, bir “cihan hakimiyeti” düşüncesiyle hareket ettiğini yeterince gösteriyor.

Ne var ki, Kanuni’nin kendisini nasıl gördüğünü anlamak önemli. Mesela yazdığı çok sayıda mektup elimizdedir. Bunlar içinde Hürrem Sultan’a yazılanlar kadar Bali Paşa’ya yazılan da çarpıcı satırlarla doludur. Ancak galiba en etkili mektubu, Habsburgların efsanevi kralı Şarlken’e yazdığı mektuptur. Bu mektupta hem kendisini, hem de muhatabını hangi ölçülerle değerlendirdiği açık bir biçimde görülür. Mektuba, ‘Avusturyalıların da korktuğu kadar varmış’ dedirten tamamen ‘emperyal’ bir hava hakimdir.

Kanuni Avrupa’nın patronu olmak istemişti. Mölzer’in korkusu, bu isteğin geçmişle sınırlı olmadığı kaygısından kaynaklanıyor.

İşte o mektup

Ben ki sultanların Sultanı, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Erzurum’un, Diyarbakır’ın, Kürdistan’ın, Luristan’ın, Acem’in, Mısır ve Şam’ın, Halep’in, Kudüs’ün ve bütün Arabistan vilayetlerinin, Bağdat, Basra, Yemen memleketlerinin, Kırım ve Macar tahtına ait yerlerin ve daha kılıcımızla alınmış nice ülkelerin Padişahı Sultan Süleyman Şah’ım. Sen ki, İspanya vilayetinin kralı Karlo’sun. Yüce kapımıza sen ve kardeşin ayrı ayrı mektuplar gönderip bize dokunmayın diye ricada bulunmuşsunuz. Merhamet ederek size 5 yıl süreyle dokunmamak üzere eman verdik. Ancak bir şartla: Bu sürede benim topraklarıma ‘kurudan veya yaştan bir sebeple’ saldırmayacaksınız. Korumam altında bulunan Fransa Kralı ve Venedik Doçu’na da dokunmayacaksınız. Mutluluk dağıtan kapımız size daima açıktır. Ne zaman isterseniz başvurabilirsiniz.

Vahdettin, Venizelos’tan daha mı kötüydü?

“Atatürk bir zamanlar ülkesini işgal eden Yunan Başbakanı Venizelos’a dahi dostluk elini uzatmaktan çekinmedi. Çünkü onun için ebedi düşman diye bir şey yoktu. Türk İstiklâl Savaşı bu zihniyet içinde muvaffak oldu.”

Alman tarihçisi Jaeshke’nin bu gönül okşayan satırlarını okuyunca şunu anlıyor insan: Atatürk düşmanlarını bile affetmişti, çünkü onun için ebedi düşman diye bir şey yoktu.

Güzel; lakin acaba 1930’larda Türkiye’yi yeniden, tabii bu defa ‘dost’ sıfatıyla ziyaret eden Venizelos’a özel karşılama törenleri düzenlendiği için övünenler, acaba aradan 85 yıl geçtiği halde Vahdettin’i neden affetmeye yanaşmıyorlar? Onbinlerce insanı öldürüp sakat bıraktıran Yunanlıları dost diye bağırlarına basanlar, hazineden bir tek altını cebine atmadan yurt dışına kaçan ve orada İngilizlerin tekrar Türkiye’ye dönmesi yolundaki cazip tekliflerini geri çeviren Vahdettin’in Süleyman Demirel’in deyişiyle, bin yıl daha ‘hain’ olarak bilinmesinin yararı üzerine nasıl nutuklar atabiliyor? Anlamak mümkün değil.

Anladığımız bir şey varsa resmi tarih var gücüyle direniyor. Son kalelerinden birisi de Vahdettin’in hainliği. Korktukları, bu koltuk değneği de ellerinden giderse nasıl ayakta duracakları. Venizelos’u bile affeden resmi tarih Vahdettin’e neden bu kadar direniyor sanıyorsunuz?

11 Comments

  • Yusuf Karakurt

    3 Ekim 2010 at 07:39

    Kanuni Sultan hakkında güzel şeyler öğrendim.Okulda üstün körü geçtik hep ama burda biraz daha açıklayıcı olmuş.Tşklr

    Yanıtla
  • halil

    5 Şubat 2012 at 23:45

    bugun tv de türkçe ezan konusunda anlattıklarınızı izledim ve açıkcası hayran kaldım. sonrasında adınızı googleye yazarak sitenizi buldum. ve bu yazınızı okumakla başladım. Size olan hayranlığım bir kat daha arttı. Araştırmalarınız ve anlattıklarınızla bizi aydınlatıyorsunuz. Allah sizden razı olsun. İki cihandada dert görmeyeseniz. Kaleminiz güçlü kalbiniz huzurlu, ve zekanız kıvrak olsun inşallah. Ne oyunlar oynanmış Türklüğümüze ne oyunlar oynanmış müslümanlığımıza, hem içerden oynanmış hem dışarıdan. İnsanın zoruna gidense; dışarıdan ( düşmanın) yaptığı değilde içerden ( dost bilinenin) yapılanlardır. Bu ülkede kimler geldi başımıza ki; hep dost göründüler. O yüce ellerinizde öperim. Tüm kitaplarınızı en kısa zamanda alıp hepsini teker teker büyük bir zevkle okuyacağımdan emin olabilirsiniz. Allaha emanet olunuz…

    Yanıtla
  • Mehmet Nazım

    30 Nisan 2012 at 16:31

    Mustafa Bey, iyi günler. Öncelikle çalışmalarınızda başarılar dilerim.Çalışkanlığınıza da hayranım ayrıca. Kanonik söylemin dışında şeyler söylediğinizin farkındayız. Eleştirilerinizde haklı olduğunuz taraflar muhakkak var. Fakat biraz saplantılı bir düşmanlığınız da var. İlk başta böyle düşünmüyordum, fakat sizin üstünde durduğunuz konularda bir İnalcık Hoca’nın bir İlber Hoca’nın daha farklı yaklaşımlarını görünce bunu daha iyi kavradım. Mesela CHP’nin cami yıkmasından, tarihe, kültüre, medeniyete karşı tavrından bahsediyorsunuz ya, ilah mertebesine çıkardığınız seçilmiş diktatör(seçilince diktatörlük iyi bir şey olsa gerek)Adnan Menderes hükumetinin İstanbulu nasıl mahv ettiğini biliyoruz. Bununla ilgili çok şey okudum. Ama bir televziyon programında(Fatih Altaylı, 27 Mayıs) İlber Hoca ‘ben gözlerimle gördüm o yıkımı,koca koca gülleler cadde açacağız diye tarihi eserleri yerlebir ediyordu. Buna gönlü razı olacak adam bırakın dünyayı planette bile yoktur’dedi.Çok da ağır eleştirdi. Mesela en azından bunu siz de eleştirebilirsiniz. Hep magduriyet üzerinden tarih yazmak bence tarihçiye yakışan bir şey değildir. Siz her şeyden önce bir tarihçisiniz siyasetçi değil. Sözkonusu sizin taraf(ikinci parti, demokrasinin mimarları,bü
    yük adamlar)olunca hep susuyorsunuz. Daha doğrusu eleştiri susuyor.Doğru tavır konuşulacak yerde susmamaktır.Öznellik taraf tutmak değildir, öznellik görmezden gelmektir. Merakım şu: Jön Türkler hep kötü, ittihatçılar hep kötü, İnönü hep kötü, iyi de, hiç mi iyi tarafları yoktur? iki bunlar bizim tarihimizin üvey evlatları mıdır? Ayrıca bu tavrın Abdülhamit’i hep kötüleyen kemalist takıntıdan ne farkı vardır? Abdülhamit’i sahipleniyorsunuz da İnönü neden bunu hak etmiyor?Ayrıca tarihçi mezhebine,meşrebine,ideolojisine uygun bulduğunu sahiplenip savunmalı mıdır?Mesela Abdülhamit çalışmanızda ben Abdülhamit’e dair olumsuz bir şey göremedim.Sizde takıntılı tarihçilik yapıyorsunuz.Bakalım merak ediyorum Menderes’e bir gün (saklı tuttuğunuz???)eleştiri oklarını yöneltecek misiniz?

    Yanıtla
  • Mehmet ÖZSÖYLER

    24 Eylül 2012 at 09:36

    Bugün Abdülhamit ile ilgili yazınızı okudum. Onun diplomatik siyasetini övüyorsunuz. El-hak,iyi de yapıyorsunuz. Fakat, sizin yazdıklarınız, hep bana, daha önce sizin sevmediğiniz birinin sözlerini hatırlatıyor. Sizin söylediklerinizi, hem de yıllar önce, o söylemişti. Hamidizm, hamidoloji gibi sözcükleri sizden çoook önce ben ondan duydum. Niçin anmıyorsunuz? Merak ediyorum. Şu söz ona aittir: “Hamid bir politika okuludur.Soğukkanlı incelemeden bugünü anlamak çok zordur.”Şu söz de:”Hamidizimden iki yol çıkar biri Enverizim diğeri kemalizmdir.” Bence hatırladınız. Kolay gelsin Mustafa Bey.

    Yanıtla
  • Mehmet ÖZSÖYLER

    4 Kasım 2012 at 13:50

    Mustafa Bey, Zaman’ın 04.11.2012 tarihli nüshasında alfabe değişikliğini ele almışsınız. O dönem meselenin çok etraflıca tartışılmadığını söylüyorsunuz, haklısınız. Atatürk çok ısrarcı olmuştur. İsmet Paşa çok ciddi şekilde engellemeye çalışmıştır. Fakat bir de meselnin tarihsel bir arka planı var. Tanzimat aydınları yazdıkları makalelerde hem imladan hem dilden hep şikayetçi olmuşlardır. Mesela Namık Kemal “mülahazat”ta hem imladan hem de dilin suniliğinden şikayetçidir. Ziya Paşa da aynı şekilde şikayetçidir. Asıl tartışma Milli Edebiyat devrinde cereyan etmiştir. Ayrıca hurufu munfasıla gibi düşünceler ve Enver Paşa’nın zorunlu tuttuğu(bir dönem enveri yazı diye anılan) yazım biçimleri de vardır. Hatta Abdülhamit bile şikayetçidir yazıdan. Bunun yanı sıra dilbilimsel eleştiriler vardır ki bunlar haklı eleştirilerdir. Türkçe dünyanın en sesçil dilidir. 8 ünlü ve 1 yarı ünlüden oluşur. Arapça ise konsonantal dillerdendir. Arap alfabesi mükemmel bir alfabedir, ama Arapça için. Bu alfabeyle Türkçe yazmak hiç de kullanışlı değildir. Bu bilimsel bir gerçektir. Eski yazıyla “görün-” fiilini yazın, bunun “görk, kürk, gevrek,kürek” şeklinde de okunduğunu göreceksiniz. Ayrıca Yahudilerin yaptığı saçmalıktır. Bunun bizim Göktürk alfabesine dönmemizden bir farkı yoktur. Dolayısıyla bu devrim bir ihtiyaçtan doğmuştur ve hem tarihsel hem de bilimsel alyapısı mevcuttur. İyi çalışmalar!

    Yanıtla
  • halilibrahim

    11 Ocak 2013 at 18:16

    ben 11 yaşındayım öğretmenlerimizin anlatığına göre osmanlı çok astığı astık kestiği kestikmiş doğru mudur?

    Yanıtla
  • Mehmet ÖZSÖYLER

    3 Mart 2013 at 16:23

    Mustafa Bey, son çalışmanızla zaman zaman dillendirdiğiniz Osmanlı İmparatorluğunu kendi elimizle yıktığımız,daha doğrusu, varisleri tarafından yıkıldığı tezinizi kitaplaştırmışsınız. Bir tarihçinin ‘kategorik olarak’ bir tarihsel dönemi ve devlet durumunu tapınılır bir nesne haline getirmesi her açıdan tuhaftır ve izaha muhtaçtır. Ayrıca bir tarihçinin en iyi bilmesi gereken şey ‘akronizm’dir. Osmanlı imparaorluğu akronik bir devletti. Köhnemişti. Geç yıkılmasının sebebi Batı’nın miras konusunda anlaşamamalırıydı. Merakım şu: Türk siyasi hayatına meclisi soktuk(ki biz tarihte bunu en erken gerçekleştiren devletlerdendik), kötü mü ettik,saltanatı kaldırdık, cumhuriyeti kurduk, kötü mü ettik,ne yapsaydık, 20 YY’da imparatorluk mantığını devam mı ettirseydik, padişahı başımızda mı oturtsaydık, hatta İngiltere’den farklı olarak, onlara bir de önemli yetkiler mi verseydik. Monarşinin varlığı,imparatorluk iddiası, köhnemiş bir devletle saygın mı olacaktık? Neyi savunduğunuz hiç belli değil. Bir de zaman zaman demokrasiden bahsetmiyor musunuz, iyice şaşırıyorum. Demokrasi her şeyden önce iktidarın kaynağını dünyevileştirmek, halka dayandırmaktır. Mutlakıyet ise yönetme hakkını ilahi kaynaktan aldığını öne sürerek yönetmektir.Ve padişah buna dayanarak mülkün ve onun üstünde yaşayan halkın üzerinde ‘sahiplik’ iddiasıyla oturmaktadır.Evet merak ediyorum, tebaa olmaya devam mı etseydik? Her şey yanlış da, sizce nasıl olması gerekiyordu? Osmanlı’yı ibra etmek ve Cumhuriyeti kategorik olarak kötülük kaynağı olarak görmek… Asıl tuhaf olan bu.Padişahlarla övünüyorsunuz da, Namık Kemaller’le, jön Türklerle niye övünmüyorsunuz. Onlar da bu ülkenin namuslu ve fedakar devrimcileriydiler. Her şeyden önce milli irade diyerek avunduğunuz meclisi zira onlar sokmuşlardı siyasi hayatımıza. Borçlusnuz, borçluyuz Mustafa Bey! Kolay gelsin!

    Yanıtla
  • Mehmet Özsöyler

    17 Mart 2013 at 11:45

    Mustafa Bey, kolay gelsin. Zaman gazetesinin 17.03.2013 tarihli nüshasında ortaya çıkan yazınızda Devr-i Dilârâ-yı Cumhuriyet’ten(ki bizim için hâlâ öyledir)onun ilk devirlerinden bir acı sahneyi köşenize taşımışsınız. Genç Cumhuriyet’in neden otoriter bir(asla totalaiter değil)yönetim uyguladığı sorunu, bir tarihçi tarafından muhakkak ki sorunsallaştırılmalı ve bunun sebepleri izah edilmelidir. Fakat sizde aynı sorun devam etmekte. Duygusal sebeplerle(Cumhuriyetin nasıl bir kötülük kaynağı olduğunu ortaya çıkarma saiki-karşı tarafın da Osmanlı’nın nasıl kötü bir monarşi olduğunu kanıtlama çabası)ortaya çıkan sadece “ifşa” şeklinde adlandırılacak bir yaklaşım. Oysa Tarihçi meselelere “herkes” gibi bakmayandır. Ayrıca ortada bir çelişki var. Siz Sultan II. Abdülhamit Han’ın devr-i İsitibdadını, anayasayı askıya almasını tarihsel birtakım sebeplerle (doğru olduğuna inandığınız birtakım sebeplerle) anla(t)maya/ haklı göstermeye çalışıyorsunuz.
    Oysa çağ, monarşilerin meşrutiyete değişildiği çağdır. Cumhuriyetlerin demokrasiye evrildiği bir çağda ise Cumhuriyet “neden demokratik değildi/olmadı” sorusunu es geçiyorsunuz. Es geçtiğiniz gibi ifşa ve itham olarak adlandırılacak bilimsel olmayan bir tutum içine giriyorsunuz. Şimdi Abdülhamit Han’a gösterdiğiniz “geniş” bakış açısını Cumhuriyet’ten neden esirgiyorsunuz? Oysa Osmanlı da bizim devletimiz, Türkiye Cumhuriyeti de. Mustafa Bey, bu sizin en büyük çelişkiniz. Ayrıca Avrupa’da da durum aşağı yukarı bizdeki gibi inişli-çıkışlıdır. Fransız III. Cumhuriyeti de basbayağı despotiktir. Fakat evrilmiş/demokratikleşmiştir. Biz de aynı şeyi yapıyor, sancılı da olsa evriliyoruz. Ayrıca şunu kabul etmek lazım, sistem evrilmeye de elverişli; öyle olmasa evrilme çok kanlı olurdu. Biz bir Suriye değili, farkındaysanız. Bizde rejim değişikliği de kansız olmuştur. Monarşi kansız bir şekilde yıkılmıştır. İlber Hoca’nın deyişiyle Türklerin imparatorluğu, Türklerin Cumhuriyeti olmuştur. Bakış açınız oldukça yanlış, siz mukaddesatçı bir bakış açısıyla Cumhuriyet ne yaptıysa kötü yaptı demek istiyorsunuz. Hem ayrıca demokrasiyi bu kadar savunuyorsunuz da monarşinin gidişine,onun kurumlarına/değerle-rine yaktığınız bu ağıt niye Mustafa Bey, niye? Kadın hakları, laiklik kötü mü oldu? Ayrıca kemalistlerin ve bazı İslamcıların iddiasının aksine devrim başarılı da olmuştur. Ben yıllarca Anadolu’da çalıştım, gözümle gördüm. İlber Hoca Milliyet’teki bir yazısında bizdeki Cumhuriyet anlayışının Batı’dan daha yerleşik ve sağlam olduğunu, bir benzerinin de Doğu’da bulunmadığını söylüyor ki sadece seviniyorum. Bence siz de sevinmelisiniz. Hep beraber sevinelim.

    Yanıtla
  • serkan

    20 Nisan 2013 at 17:54

    sayın armağan sizi okumaya başlayan biriyim.tek sorum var şimdilik.5.murat mason dediniz.lütfen açıklar mısınız.bizler masonluğu kötü amellere hizmet eden bir zümre biliriz.sizden ricam benim ecdadıma neden mason dediğinizi söylemeniz.şimdiden çok teşekkür ederim.

    Yanıtla
  • zahargül

    26 Temmuz 2013 at 13:32

    yalnız arkadaşlar bu kadar yorum yazmışsınız ama bu bir eleştiri ve Mustafa armağanın değil . Safa metinin gülün fethi adlı kitap için sözleri .

    Yanıtla
  • ilayda

    11 Şubat 2014 at 23:17

    Hocam mutlaka bu bilgilerinizi,görüşlerinizi,düşüncelerinizi tvlerdede anlatmanız gerektiğini düşünüyorum.Halkımızı aydınlatın hocam İYİ ÇALIŞMALAR :)

    Yanıtla

Bir yanıt yazın