• Home
  • Genel
  • Gustave Flaubert de çobanlardan korkardı!

Gustave Flaubert de çobanlardan korkardı!

Gustave Flaubert de çobanlardan korkardı!

Zannedilir ki demokrasi, altın bir tepside sunulmuştur insanlığa. Zannedilir ki, genel oy hakkı, yani erişkin yaşa gelmiş bütün vatandaşların seçmen olarak oyunu serbestçe kullanabilmesi hakkı Avrupa ülkelerinde Rönesans ve Aydınlanma’yla başlamış ve ondan sonra da aynıyla, hatta gelişerek sürüp gitmiştir. Yine zannedilir ki, demokrasi, taraflar arasında başlangıçta varılan bir uzlaşma ve sözleşmeden sonra kesin olarak yerleşmiştir Batı toplumlarında.

Oysa tarihin aynasına baktığımızda Avrupa’da demokrasi, aristokrasiyle burjuvazinin, burjuvaziyle işçi sınıfının, Katoliklerle Protestanların vs. birbirlerine karşı kanlı dayatmalarının, katliamların, kitlesel kıyımların, kanlı devrimlerin, diktatörlüklerin, isyanların sosyal hayatın çeperlerini çatlatacak raddeye kadar zorlamasıyla kazanılmış hakların toplamı olarak çıkar karşımıza.

Sonra, bugün çok fazla Batı’ya mahsus hususiyetler olarak gördüğümüz insan hakları, laiklik, demokratik seçimler, sıradan halka oy hakkı tanınması, sendikal haklar vs. bir gecede bağışlanmış ihsan-ı şahaneler olmaktan çok uzaktır.

Mesela “genel oy hakkı”nın, İngiltere ve Fransa’da bazı kesimler tarafından çok şiddetli tepkilerle karşılandığını biliyoruz. Ünlü romancı, Madame Bovary’nin yazarı Gustave Flaubert’in genel oy hakkına –ki 1850’de III. Napolyon zamanında tanınmıştır- “insan ruhunun utancı” diyerek karşı çıktığını, halkın daima aptal, beceriksiz ve çocuksu olduğunu buna delil olarak gösterdiğini biliyor muydunuz? Aslında Flaubert’in bu tavrının altında yatan korku, halkın oy hakkını kullanmak suretiyle iktidarı ele geçirdiğinde büyük aptallıklar yapmak suretiyle ülkeyi ve uygarlığı felaketten felakete sürükleyeceği korkusudur.

Oysa Flaubert, bnzeri binlercesinden bir örnek sadece. Ya diğerleri?

1832 yılında İngiltere Parlamentosunda bir reform tasarısını gündeme getirileir ve o zamana kadar sadece şehirlerde oturan varlıklı erkeklere tanınan oy verme hakkını, yılda en az 10 sterlin vergi ödeyen şehirli erkeklere de tanınır. Ancak yer yerinden oynamıştır. (Tabii kadınlara oy verme hakkının çok sonra, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleştiğini göreceğiz.) Gerçi bu ciddi adım bile yetişkin erkek nüfusun yüzde 90’ından fazlasını demokratik sisteme katılmaktan mahrum bırakıyordu. Ancak bu kanunla “ilk kez sınaî, ticarî ve profesyonel üst sınıflara oy kullanma hakkı tanınmış oluyordu.”

Bu kadarcık hak bile nice müşkilatla geçmişti Avam Kamarasından. Bacayı saran endişe şuydu: Ya bu ‘barbar’, ne yapacağı belli olmayan aptallar güruhu, 10 sterlinlik vergiyi ödeyip oy verme hakkını kazanırlarsa? Doğrusu bu meşum sürecin nerede duracağını kestirmeye kimsenin gücü yetmezdi.

Demokrasi gelebilirdi elbette. J.R.M. Butler adlı tarihçi, 1832 Reform Tasarısı üzerine yazdığı klasik eserinde demokrasinin gelişinin, belli kesimleri nasıl “öcü geliyor” çığlığı gibi korkuttuğunu, demokrasinin, zannedildiğinin tersine o yıllarda krallar ve lordlar için ne denli hayati bir tehlikeyi içerdiğini son derece veciz bir dille anlatır:[1]

1831’de demokrasi sözcüğü günümüzdeki sosyalizm sözcüğüne benzer bir ilişki içinde konumlandırılıyordu. Bu sözcük belirsiz bir dehşet uyandırıyordu. Demokrasi “gelebilir”di ve eğer saygıdeğer sınıflar beraberliklerini muhafaza etmezlerse… bir felaket halinde ve her şeyi kapsayacak şekilde “gelecek” idi. Demokrasi gelirse, Krallar ve Lordlar ortadan kalkacaklardı ve bütün tanımlamaların eski sınır çizgileri silinip gidecekti.

Bu tarihten 35 yıl sonra, yani 1867’de ikinci reform tasarısı geçer parlamentodan. Nihayet orta sınıf, hatta işçi sınıfı oyunu kullanabilecektir. Ne var ki, bir şartla: Bir şehirde en az bir yıldır ikamet etmek ve yine yalnız aile reisleriyle sınırı kalmak şartıyla. Kırsal kesimlere yine kapalı kalmıştı demokrasi. Bu şartın “demokrasiye karşı bir siper” olacağını savunanlar çıktığı gibi, tasarıya karşı çıkıp bu hakları ‘genişletme’nin ülkeyi “karanlıklara savuracağı” kehanetinde bulunan muhafazakâr milletvekilleri dahi bulunuyordu.

Liberal milletvekili Robert Lowe daha da ileri gidip işçiler ve yoksullara oy hakkı verilmesinin, zenginlerin malını mülkünü yağmaya açacağını iddia ediyordu. Lowe, “…iktidarı mülkiyetin ve zekânın ellerinden alacak ve onu günlük varolma mücadelesi zorunlu olarak bütün hayatını dolduran adamların eline verecek… bir öneri”yi uygarlığın en vahim tehlikelerinden biri olarak görüyordu.

Keza güç bela parlamentodan geçen Yoksulluk Yasası’na ve işçilerin kaza sigortasına da benzer gerekçelerle karşı çıkıldığını okuyoruz tarihten. Yoksullara para yardımı yapılmamalıydı, çünkü bu onları tembelliğe alıştırır, yan gelip yatmalarına yardım ederdi sadece. Jack London’ın Martin Eden adlı romanında yer alan o çarpıcı sahnede gördüğümüz gibi her kolunu, bacağını çarka kaptıran işçiye tazminat ödemeye kalkılırsa bunu öğrenen bütün işçiler ellerini kollarını sakatlayıp alacakları tazminatla koca fabrikatörleri iflasa sürüklerlerdi!

Görüldüğü gibi demokrasiden korkanlar, oy hakkını elde eden işçi ve yoksulların mülkiyet sahiplerinin imkânlarını kısıtlayacağından, hatta mülklerinin yağmalanacağından söz ediyorlardı. Sokaktaki adama bu hakların tanınması, bir ‘aptallar yönetimi’ne yol açacak, bu da aristokrasi ve burjuvazinin zekâ ve birikimle oluşturduğu zenginliği tehdit edecek, dolayısıyla medeniyet yeniden barbarların tehdidi altına girecekti.

Bakıyorum da, Türkiye’de demokrasiden korkanlar ile vaktiyle İngiltere’dekiler arasında bir podyumluk fark var!

[1] Bkz. Albert O. Hirschman, Gericiliğin Retoriği, Çeviren: Yavuz Alogan, İstanbul 1994, İletişim Yayınları, s. 104.

Bir yanıt yazın