• Home
  • Genel
  • İslam tarihinde bir demokrasi tecrübesi

İslam tarihinde bir demokrasi tecrübesi

İslam tarihinde bir demokrasi tecrübesi
Namık Kemal ve Ali Suavi’nin “demokrasi” ve “parlamenterizm”i, İslam’ın temel terimlerinden birisi olan “Şura” ile karşılamalarından beri Islam ve demokrasi tartışmaları gündemimizden hemen hiç eksik olmadı. Hele 1908’deki Meşrutiyet tecrübesine İslamcısı, Batıcısı, milliyetçisi, hemen bütün aydınların iştiyakla, adeta her türlü kötü  gidişin panzehiri gibi istiğrak halinde katılmaları Cumhuriyet döneminde ancak 1950’de bir yenisi yaşanacak olan büyük bir coşku seline dönüşmüştü. Sonra kesintiler… Ve nihayet İslam’ın demokrasiye açık olup olmadığına ve demokratik bir yönetimin İslam’ın bünyesinde kendisine yer bulup bulamayacağına ilişkin teorik tartışmalarla yeniden 1860’lara dönmüş olduk.

Aslında sadece teorik düzeyde sürmüyor tartışmalar. Daha hayatın içinden veya İslam tarihinde yaşanmış tecrübelerden hareketle İslam’ın demokrasiyle zaten bağdaşık bulunduğu yolunda görüşler serdeden düşünürlerimiz de çıkmaya başladı. Bir de, İslami olmayan bir yönetimde Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasındaki ilişkilerin mahiyetine ilişkin yeni yaklaşımlar ortaya konulmuş bulunuyor. Mesela Ali Bulaç’ın gündeme getirdiği ve bir süre tartışılan “Medine Vesikası” bunlardan biri. Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında Medine’de gerçekleşen “bir arada yaşama” tecrübesinin günümüze bir model olarak aktarılmasını içeriyordu Ali Bulaç’ın formülü. (Bu konudaki tartışmalar için bkz. Bilgi ve Hikmet, Kis 1994, sayı: 5)

Bugün yine İslam tarihinden pek fazla göze ilişmeyen bir demokrasi tecrübesinden söz edeceğim. Osman Nuri Ergin’in yeni harflerle İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları’ndan çıkan Mecelle-i Umur-i Belediyyesi’nin ilk cildinde (İstanbul, 1995, s. 235-236) yer alan bir bilgiye göre, Endülüs Müslümanları böyle bir demokrasi tecrübesini velev ki kısa bir müddet olsun yaşamışlar.

Ergin’in, Ziya Papa’nın Endülüs Tarihi adlı eserinden aktardığı bilgilere göre hicri 422, miladi 1030 tarihinde, yani bundan tam 968 yıl önce Endülüs Emevilerinin başında bulunan II. Melik Hişam, tac ve tahtını terk edip inzivaya çekilir. Bunun üzerine Kurtuba’nın ileri gelenleri toplanıp ahalinin büyük hürmet gösterdiği güvenilir bir zat olan Cevher b. Muhammed’i tahta geçirirler. Endülüs’ün gerileme döneminde hükümdar olan Cevher b. Muhammed, ‘Nasıl iyi bir idare kurarım?’ diye düşünür ve halkın katılım ve konsensusuna (mutabakatına) dayalı bir idare kurar. Belki çok parlak bir dönem olmamıştır onunkisi; ancak yaptığı hizmetler ve takip ettiği idare tarzı, büyük takdir toplamıştır ahaliden. Çünkü o, hangi işi yapacak olsa ahalinin muvafakatini almayı prensip edinmiş, böylece daha önce benzeri görülmeyen bir demokratik idarenin örneğini vermiştir.

Yeni bir “usul-i hükümet” kurmuş olan Cevher b. Muhammed, reisi kendisi olmak üzere Kurtuba ahalisinin erkanından bir meclis teşkil ederek hükümdarlık hukuku ile devlet işlerini o meclisin oylarına tevdi etmiştir. Bir konuda kendisine başvurulduğunda işi, sadece bir üyesi olarak bulunduğu bu meclise havale eder, neticede oradan ittifakla çıkan kararı icra edermiş. Böylece , diyor Ziya Paşa, o, kendisinden önceki sultanların düçar olduğu vartalardan nefsini muhafaza etmiştir. Hatta Emeviler zamanında o kadar meşhur olan sarayda ikametten bir süre uzak kalmayı tercih etmesi de bu mütevazi yöneticinin tedbirlerindendir. Bu suretle hem hizmetçilerden, hem de saray teşrifatından mühimce bir miktar para tasarrufu mümkün olmuştur.

Osman Nuri Ergin, bu hadiseyi naklettikten sonra bir de ilginç yorumda bulunuyor. Bu tecrübe, diyor, velev ki az müddet payidar olmuş olsun, ilk meşvereti meclisi’nin (yani parlamentonun) “Avrupa’da İngilizler tarafından teşkil edilmeyip Endülüs’te İslamlar canibinden vücuda getirilmiş olduğu” ortaya çıkar. Ergin, cüretkar bir adım daha atarak “Endülüs’ün İngiltere’ye kurbiyeti” (yakınlığı) ve Avrupalıları birçok hususlarda aydınlatmış ve ikaz etmiş olmaları hasebiyle parlamento fikrinin “İngilizlere İslamlardan intikal etmiş olduğuna bila-tereddüd hükmolunabilir.” diye konuya noktayı koymaktadır.

Tartışılabilir son söyledikleri Ergin’in şüphesiz. Ancak zikrettiği örneğin ilginçliği de ortada değil mi?

Bir yanıt yazın