İsyan!

İsyan!
Birkaç gündür ceza evlerinde devam eden ve 17 mahkumun ölümü, pek çok mahkum ve görevlinin yaralanmasıyla sonuçlanan isyan, Başbakan’ın Amerika gezisi ve AGİT toplantısını bir sis perdesinin ardına iterek gündemin baş sırasına oturdu. Gelişmeleri zaten gazete ve televizyonlardan takip ettiğiniz için meselenin güncel çağrışımlarından sıyrılıp hiç güncelliğini yitirmeyen bir tarihi olayı bu vesileyle gündeme getirmek istiyorum.

Biz nedense tarihi hep savaşlar ve yöneticiler açısından ele almaya bayılıyoruz. Devlet merkezli tarih, genelde tarihi muktedirlerin yazması veya yazdırmasından ileri gelmektedir. Mesela Fatih zamanında Malatya’nın bir köyünde yaşayan köylünün sesini soluğunu hiç duyabilecek midir tarihin sağırlaşmış kulakları? Ama aynı dönemde idari mekanizmaya bir şekilde bulaşmış hemen herkes şöyle ya da böyle tarihin kapanmayacak sayfaları arasına zorlanmadan girebilmişlerdir.

Öyleyse tarih, her zaman seçici ve ayrımcı davranmıştır. Yazı ve mimariye, maden ve heykele hükmedenler tarihin kapısından içeri girmiş, bunlardan mahrum olanlar ise “yok hükmünde” kalmaya mahkum edilmişlerdir.

İsyanlarda bu yaklaşım kendini daha iyi ele vermektedir. Bütün isyanlar, çapulcu sürülerinin, ahmakların, delilerin, cahil cühelanın, baldırı çıplakların, yalınayak başıkabakların işledikleri anlamsız cürümler olarak değerlendirilir tarihlerde. Sesleri o kadar kısılmıştır ki, üzerlerindeki sıvayı kazımadıkça duyulamaz. Soru, ‘Onları isyana sevk eden faktörler nelerdi?’ değil de, ‘Neden lüzumsuz yere devleti meşgul edip zaafa düşürdüler?’ şeklinde soruldukça bu toprağın altına itilmiş sesi duymak mümkün de değildir.

Patrona Halil isyanı duyulmamış seslerindendir tarihimizin. Beyazıt’taki hamamından yarı çıplak sokağa fırlayan üç beş tellak ve hamal, peşlerine cahil halkı takıp saraya yürümüş, şehirde terör havası estirmiş, yalı ve köşkleri yağmalamış, yakmış ve sonunda öldürülerek cezalarını bulmuşlardır. Ezcümle bu kadardır Patrona isyanı ile ilgili anlatılanlar.

Oysa verilenle yetinmeyip farklı bakış açılarıyla tarihin duyulmamış seslerine kulak kabartan tarihçiler, bu isyanın hiç de o kadar basit cereyan etmediğine işaret ediyorlar.

Mesela; Kemal Karpat’a göre bu isyan, Lale Devri’nde Müslüman orta sınıfın palazlanması karşısında mutazarrır olan esnaf loncaları ile diğer halk kesimlerinin tepkileri şeklinde değerlendirilmelidir. Lale Devri aslında Osmanlı Devleti idarecilerinin, devletçi tutumlarını değiştirerek Avrupa sermayesi ile bütünleşme imkanlarını aradıkları ve serbest teşebbüse biraz olsun imkan tanımaya yönelen bir dönemidir tarihimizin; sanıldığı gibi sırf zevk u safa ile geçen yıllardan ibaret değildir. Bu dönem, aynı zamanda yeni bir Osmanlı müteşebbis sınıfının doğmakta olduğunu müjdelemektedir. Avrupa sermayesine açılarak kısa zamanda zengin olan, servet biriktiren bu yeni sınıftır işte o şatafatlı alemleri yapan; Kağıthane mesiresindeki köşkleri yaptıran, “cetvel-i sim”in ayın aksi vurmuş sathında servi boylu güzelleri seyre dalan, padişahın etrafında helva sohbetlerine katılan bu sınıftır.

Biraz bizim hayali ihracatçılara benzeyen bu yeni sınıf, esnaf ve halk arasında hoş karşılanmıyor. Çünkü birden zengin oluyorlar, bir; Avrupalı tüccarların sermayesiyle iş gördükleri için yerli esnafı zarara uğratacak teşebbüslerde bulunuyorlar, iki; ahali fakirlikle pençeleşirken onlar lüks içinde yüzüyor ve eğlenceleri göstere göstere yapıyorlar, üç.

Böyle böyle biriken hınç, bir kıvılcım bekliyordu. Bu kıvılcımı, işte Beyazıt Hamamı’nın, bir zamanlar leventlik yapmış olan tellaklarından Patrona (“Patrona” gemisinde leventlik yaptığı için bu lakabı almıştı.) Halil çakacaktı. Patrona ve adamları, konakların yakılmasını, ağır vergilerin kaldırılmasını ve yabancı sermaye ile iş birliği yaparak palazlanan vezirlerin kellelerini istemişlerdir. Ve tam 49 gün Divan-ı hümayuna yalınayak gelerek başkanlık etmiş olan Patrona Halil, padişahın yüz bin altın ve büyük unvanlar teklifini elinin tersiyle itmiş, yine bir Divan-ı hümayun toplantısında palalarla bedeni budanarak öldürülmüştür.

Reşat Ekrem Koçu, ondan geriye Beyazıt’taki hamamın kurnasına kazıdığı bacasından dumanlar çıkan kalyon resminden başka bir şey kalmadığını söyler. Kim bilir, bugün onun da yerinde yeller esmektedir.

Patrona’nın tarihi, yazılmadığı gibi, “silinmiş” bir tarihtir. Bu isyanın cezasını bedeni doğranarak ödediği yetmiyormuş gibi hamamı da cezalandırılmıştır ve bir deri deposu olarak çökmeye terk edilmiştir bugün.

2 Comments

  • Ahmet

    8 Haziran 2013 at 19:22

    Mehmet Haleloğlu’nun yazdığı gibi ya da Osmanlı’da Derin Devlet dizisindeki gibi değil midir yani hocam bu isyan? Patrona Halil kendi başına ve devletin bekası adına mı bu kıvılcımı ateşlemiştir?
    Patrona nın cezalandırılması yetmiyor muş gibi cümlenizden ötürü sitemkarane sordum sorumu, gerçekten merak ediyorum sayın hocam Halil birilerinin maşası olarak vatan hainliği yapmış mıdır yoksa kendisi sadece devletin bekası adına mı hareket etmiştir?

    Yanıtla
  • Ayşe Altunbas

    23 Ağustos 2013 at 03:31

    Bende cok merak ediyorum,osmanlıda derin devleti izledikten sonnra sizin Patrona Halil konusundaki düşüncelerinizi öğrenmek içinsitenizi incelerken okuduklarim karşısında kime ve neye ,inanacağımızı şaşırdık. Simdi bu Patrona hain mi kahraman mı?

    Yanıtla

Bir yanıt yazın