Küçük Kıyamet

Küçük Kıyamet
Takvimler bundan tam 490 yıl önceyi, yani 1509 yılının Ağustos’unu gösterirken, İstanbul ve çevresi tarihinin en ağır depremlerinden birini atlatmaya çalışmaktadır. Devrin padişahı Bayezid-i Veli, yani İkinci Bayezid bile hasar gören saraydan çıkmış, otağını açık bir alana kurmuş ve İstanbul’un yerle bir olan dokusunu nasıl ayağa kaldırabileceğini düşünmektedir.

Halkın Küçük Kıyamet (Kıyamet-i Suğra) adını verdiği bu gerçekten de dehşetengiz depremin Richter ölçeğinde kaç şiddetine tekabül ettiği konusunda bilgimiz yok. Lakin süre bakımından onun yanında birkaç gece önce yaşadığımız deprem, göz açıp kapayıncaya sürmüş kabul edilebilir. Zira bu deprem, belki inanmayacaksınız ama tam 45 gün fasılasız devam etmiş, İstanbul’un meşhur surları başta olmak üzere Topkapı Sarayı ile eski sarayda (bugünkü İstanbul Üniversitesi binasının bulunduğu yerdeydi), henüz yapımının üzerinden birkaç yıl geçmiş olan Bayezid Camii ile Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı Fatih Camii’nde olduğu gibi Arcadius Sütunu ile Bizans’tan kalma birçok tarihi yapıda hasara, en önemlisi ise Bizans’tan kalan ve mukataa usulüyle halka dağıtılan kagir evlerin yıkılması sonucunda çok sayıda ağır can kaybına yol açmıştır.

İşte bu deprem, İstanbul’un 1920’lere kadar süren o sıcak mahalle dokusunun başlangıcı ve hakiki Osmanlı İstanbulu’nun miladı olacaktır. Padişahın emriyle derhal bir mimarlar şurası toplanmış ve cami kubbelerinin çatlamasını önleyecek “kubbe çemberi” yeniliği burada benimsenmiş, İstanbul’un azgın depremlerinde mümkün olduğu kadar az can kaybına yol açacak bina tiplerinin arayışı başlamış, halk da yıkılmamış kagir binalara bir daha girmekten ürktüğü için evler yeniden yapılırken ahşap tercih edilmiştir. Bu şurada alınan kararlar mucibince İstanbul’da ahşap ve ağacın saltanatı başlamış ve 1920’lerin sonunda ahşap yapı yasağı getirilinceye kadar da devam etmiştir. Anadolu ve Rumeli’den toplanan işçilerle İstanbul’un yeniden inşasına girişilmiş ve ahşap, adeta İstanbul’la özdeşleşmiştir. Öyle ki ne rutubetin çürütmesi, ne de yangınların bir avuç küle çevirmesi, halkı ahşap evden vazgeçirebilmiştir. Hatta bu yüzden, “İstanbul’un yangınları olmasa, evlerinin eşikleri altından olurdu” sözüne gidene kadar bir edebiyat bile olmuştur halk arasında.

Tarihinin en büyük ve en yaygın depremlerinden birini yaşamakta olan ülkemizi Allah bu felaketin beterinden esirgesin. Ancak toplumsal bir bütünleşmeye bizi her zamankinden daha büyük bir hamleyle sevk eden bu büyük afetlerin, akl-ı selim ile değerlendirildiğinde toplumların mukadderatında kritik dönemeçler vücuda getirilmesine zemin hazırladığını, bu afetlerden nasıl bir bilgelik zuhur edebildiğine bir delil olarak sizi 5 asır öncesine götürmek istedim bugün.

Biz de yaptığımız yanlışlardan ders almasını bilir ve aynı yanlışları tekrar etmeden alternatif çözüm tekliflerini ciddi olarak değerlendirirsek, 1930’lardan beri içerisine sıkıştırıldığımız tek tip apartmanlaşma kısır döngüsünü aşma ve dünyada bu yönde ne gibi çözümler geliştirildiğini görme imkanını yakalayabiliriz ancak.

Katil kim?

Daha depremin tozu dumanı üzerimizde tüterken medyamız var gücüyle bağırmaya başladı: Katiller! Hiç değilse depremin (yalnız depremin mi, çarpık şehirleşmenin ve rüşvetle evlerin üzerine kat üstüne kat çıkarmanın da) bir tabii afet olmayıp bir cinayet olduğunu idrak etmeye başladık galiba, diye düşündüm.

Suçu kendi üzerimizden başkalarına kaydırmakla hangi derdin çözüldüğü görülmüş ki şimdiye kadar? Meselelerimizi en azından İkinci Bayezid zamanında ulaşılmış olan soğukkanlılık ve akl-ı selimle çözmek yerine birilerini, mesela müteahhitleri suçlayarak çözebileceğimizi zannediyorsak açıkça aldanıyoruz. Çünkü toplum-siyaset-bürokrasi üçgenindeki bir zımni mutabakatın sonucunda ortaya çıkıyor şehirlerimizin mevcut “çarpıklığı”.

Mesela: Yaza yaza dilimde tüy bitti, şu bize dayatılan apartmanlaşma meselesini ciddi olarak hiç tartışabildik mi? Dünyada ileri sayılan ülkelerin konut tercihlerini biliyor muyuz? O gökdelenleriyle gözümüzün önünde beliriveren Amerika’nın bazı eyaletlerinde konut yapımında beton kullanmanın yasak olduğunu bu halka açık yüreklilikle söyleyen oldu mu? Fransız hükümetinin ülke çapında yaptırdığı anket sonucunda halkın yüzde 65’inin apartman yerine birkaç katlı müstakil evlerde oturmak istediğini anlayınca, şehirleşme ve konut politikasını değiştirdiğini biliyor muyuz peki? Ya bizim politikacılarımızın törenle açmaya doyamadıkları toplu konut sitelerini yine törenle yıkmak için İngiliz hükümetinin her yıl bütçeye belli bir para koyduğunu?

Hayır, bilmiyoruz. Bilenler de susuyor ve bir deprem felaketinde başlıyoruz sağı solu suçlamaya. Çünkü böylesi kolayımıza geliyor.

Hangimiz bir ev alırken veya kiralarken binanın depreme dayanıklılık testini istedik mal sahibinden? Kirişlerin kaçlık demirden atıldığını merak etmek yerine gittik banyonun fayansının hangi kaliteden olduğuna bakmayı tercih ettik. Zemin etüdünün yapılıp yapılmadığını soruşturmak yerine dış cephenin güzel görünüp görünmediğini kıstas aldık. Saten boya kadar bile ilgilendirmedi bizi binaların statik hesapları.

Ondan sonra bağırıyoruz var gücümüzle: Katiller!

Katil kim gerçekten de?

Katiller içimizde!

İntihar etmek için çırpınan bu kadar insan varken katile gerek yok ki!

Bu dokuz köyden kovulmayı hak eden yazıyı, yöneticisinden halkına kadar hepimizin ağır faturaların yenilerini ödememek için şapkamızı önümüze koyup üzerinde yer aldığımız kritik deprem kuşağında felaketlere davetiye çıkartmayacak yeni yapı tipleri ve yeni şehirleşme stratejileri nasıl geliştiririz? sorusu üzerinde kemal-i ciddiyetle düşünmemiz gerektiğini hatırlatmak için kaleme aldım.

Bu felaketin yaralarını inşaallah sabırla, dayanışma içinde saracağız. Bundan eminim.

Ne var ki toplumlar geriye dönük değil, ileriye dönük yaşarlar.

Yaşadığımız bu felaketin aklımızı başımıza getirmesi ve yeni felaketlerde daha fazla içimizin yanmaması için her şeyi yeni baştan düşünmek ve hatalarımızı tekrarlamamak şart.

Bir yanıt yazın