Kudüs’ü istihbarat zaafı yüzünden kaybetmiştik
“İstihbarat, savaş planının vazgeçilmez bir gereğidir” diyordu İngiliz istihbarat subayı Walter Harold Gribbon. Muhtemelen İsrail’in ‘aziz’ ilan ettiği bu İngiliz gizli servis uzmanı, aslında demek istiyor ki, ‘Biz Filistin’i Osmanlı’dan yalnız cephede savaşarak değil, aynı zamanda haber alma sistemimizin marifetiyle kazanmıştık’.
Dağlıca’daki komando taburumuza düzenlenen menfur saldırıdan sonra basında askerî istihbaratın ‘uyuduğu’ yolunda çok sayıda yorum yapıldı. Bu yorumlara göre bir avuç teröristin 2 bin askerin arasına dalarak 12’sini şehit etmesi, 16’sını yaralaması, 8’ini de kaçırmasını kapsayan geniş boyutlu bir eylemi istihbarat elemanları nasıl olup da atlamışlardı? Acaba karşıdaki istihbarat elemanları tarafından aldatılmış olabilirler miydi?
Gelin, bu mevzuların tartışmasını ‘sıcak’ köşelere emanet edelim ve konumuza dönelim.
Kabul edelim ki, İsrail tarihçiliği hakikaten ciddi adımlar atmakta. Osmanlı hayırseverliğinin yapısını inceleyen Amy Singer, 16. yüzyıl Bursa’sının toplumsal-ekonomik dokusunu araştıran Haim Gerber, 17. yüzyıl Kudüs’ünün renkli hayatını göz önüne seren Dror Ze’evi ve Osmanlı’da kölelik kurumunu farklı bir bakışla ele alan Ehud Toledano ilk elde hatırlayabildiklerim. Şimdilerde bu isimlere Yigal Sheffy de eklendi.
Kim bu Yigal Sheffy? Elimde basılmış değerli bir doktora tezi var Tel Aviv Üniversitesi öğretim üyelerinden Sheffy’nin. Adı “Filistin Seferinde İngiliz Askeri İstihbarat Örgütü (1914-1918)” (British Military Intelligence in the Palestine Campaign).
Yazarın derdinin sadece tarih olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü işin teorisini de önemsiyor. Uğraştığı konunun sadece olayları yan yana ve art arda getirmekle çözülemeyecek kadar girift olduğunun, bu yüzden de teorik bir çerçeve olmadan içinden çıkılamayacağının bilincinde. Öyle ya, teori olmadan başınızı taştan taşa çarpar durursunuz. Sonuçta ortaya bir şeyler çıkar ama çıkan şey, şekilsiz bir bilgi yığınından ibaret kalır. Oysa biliyoruz ki, bilim, yöntemli ve şekillendirilmiş bilgi demektir. Şekil verilmemiş bilgi, tuğlaları üst üste dizerek bina yapılabileceğini sanmaya benzer.
Kahramanlık, ihtişam ve şans… Bunlar bir istihbarat servisinin çabasını açıklamaya yetmez. Aynı zamanda bu servisin bir ‘kavramsal çatısı’ da olmalıdır diyor yazar. Ne yapmak istiyor? Neyi önemsiyor? Neyi engellemeye çalışıyor? Önüne konulan yemlere nasıl kapılmayacak ve hedefine varmak için hangi yolları kullanacaktır bir istihbarat elemanı? Bilgi dediğin dağılmamalı; sistem içinde dolaşmalı ve bir çember oluşturmalıdır.
Sheffy, 80 yıl sonra nihayet açılabilen İngiliz gizli belgelerine de eğiliyor sabırla. Bir tarihçinin savaş tarihlerinin ‘büyük deliği’ dediği istihbarat bilgilerindeki eksikliğin tarihleri de sakatladığını düşünüyor. Haklı. Osmanlı tarihlerinde sık sık ‘şu kadar dil yakalandı’ tabirine rastlarız. Dil, ya casus yahut bilgi verecek şahıs demektir. Bu ‘diller’ çözülmeden girilecek bir savaş, savaş olmazdı muhakkak ki.
Bir de örnek veriyor. Kudüs nasıl ele geçirildi? 15 Kasım 1921’de istihbaratçı general Sir George Macdonogh şu ilginç konuşmayı yapmış: “1918’de Lord Allenby’nin büyük Filistin seferini hatırlayacak ve operasyonlarının cüretkârlığına hayret edeceksiniz. Savaşta risk almadan gerçek bir başarı kazanmanız beklenemez, fakat bu riskler makul riskler olmalıdır. İşi bilmeyenlere Allenby’nin riskleri makul gözükmeyebilir. Ne var ki Allenby, istihbaratçılarından düşmanın bütün emir ve hareketlerini önceden öğreniyordu. Rakibinin elindeki her bir karttan haberi vardı ve sonuçta kendi elini sarsılmaz bir emniyetle oynayabiliyordu. Bu gibi durumlarda zafer kesindir.”
Nitekim bu karşı oyunlar ve moral bozucu propagandalar Filistin cephemizi o hale getirmişti ki, o zamanlar Yedinci Ordu Komutanı olan Mustafa Kemal bile “İngiliz propagandası”ndan yılmış ve bir yerde onun etkisinde kalmaktan kurtulamamıştı. Şöyle yazıyordu bir mektubunda: “Yoğun İngiliz propagandası var. İngiliz gizli servisi her yerde aktif. Halk bizden nefret ediyor… İngilizler artık bizi silahla değil, propagandalarıyla yeneceklerini düşünüyorlar. Her gün uçaklardan bombadan çok üzerinde ‘Enver ve çetesi’ yazılı broşürler atıyorlar.”
Tabii ki İngilizlerin yalnız esirlerden edinilen bilgiler veya karşı propaganda teknikleri yok. Aynı zamanda teknolojiden de alabildiğine yararlanmışlar. Mesela Güney Filistin’de Sultan II. Abdülhamid’in bu zor günleri düşünerek sıfırdan inşa ettirdiği Bi’r-i Seb’a (şimdiki Beersheba) kalesinin veya Gazze cephesinin hava fotoğraflarının İngiliz komutanlarının masasında serili olduğunu söylemem yeterli olacaktır sanırım.
Tabii Osmanlı cephelerinden İstanbul’a çekilen telgrafların ve telsiz mesajlarının Mısır’dan geçtiğini ve burada İngiliz görevlilerince yakalanıp deşifre edildiğini ve gerekli makamlara bildirildiğini de belirtmemiz lazım. Böylece verdiğiniz emirler veya raporlar daha yerine ulaşmadan düşmanın eline geçiyor ve onlar tarafından okunup gerekli önlemler alındıktan sonra, yani işi bittikten sonra sizin elinize geçiyordu. Her gün düzenli olarak Londra’daki Savaş Bakanlığı’na raporlar gönderiliyor ve oradan alınan talimatlarla ertesi gün işe başlanıyordu. Hatta Kudüs’e giren Allenby, her gün kahvaltı masasına, son 24 saat içinde Osmanlı komutanlarının gönderdiği telsiz sinyallerinin çizelgesiyle oturduğunu söylemekten zevk alırmış.
Fakiri dikkatle okuyanlar İngilizlerin bu kahvaltı muhabbetini hatırlayacaklardır. Nereden mi? Tabii ki Churchill’in anılarından. Ne demişti Churchill? Lozan’daki İsmet Paşa’yla Mustafa Kemal Paşa’nın telgraf muhabereleri meğer İngilizlerce Köstence’de deşifre edilip Londra’ya gönderilir ve sabah kahvaltısında Churchill’in masasına servis yapılırmış. Bu durumda Lozan’ın bir ‘zafer’ olduğunu söylemek hangi anlama geliyor, bir düşünün! Ah istihbarat, sen nelere kadirsin! m.armagan@zaman.com.tr
28 Ekim 2007, Pazar