Kültürümüz

Kültürümüz
sömürgeleşiyor… İstanbul yaz aylarında nüfusunun hatırı sayılır bir miktarını taşraya boşaltırken öbür yandan peşpeşe “kaliteli” misafirlere ev sahipliği yapıyor. Sadece yakınlarda görüştüğüm birkaç ismi zikredersem, bana hak vereceksiniz: Sosyal bilimci ve tarihçi Kemal Karpat, Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Cemal Kafadar (kendisinden daha önce Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili İngilizce yayımlanan kitabı dolayısıyla bahsetmiştim), nihayet önceki cuma günü Bilim ve Sanat Vakfı’nda dinlediğim New York State Üniversitesi Öğretim Üyesi William Chittick.

Doktorasını Seyyid Hüseyin Nasr’ın yanında yapan Chittick’i Türk okuyucusu İnsan Yayınları’nın 1997’de yayımladığı Varolmanın Boyutları (Çev.: Turan Koç) adlı kitabıyla kısmen de olsa tanıma imkanı buldu. Tasavvuf felsefesi ve tarihi, İbn Arabi ve vahdet-i vücuda dair makalelerini içeren bu kitabın dışında İbn Arabi’nin devasa eseri Fütuhat-ı Mekkiye’den nefis bir girişle beraber mükemmel bir seçme içeren Sufi Path of Knowledge (Tasavvufi Bilginin Yolu), Mevlana’nın manevi öğretilerini yorumladığı Sufi Path of Love (Tasavvufi Aşkın Yolu) ve Vision of Islam (İslam’ın Vizyonu) gibi eserleri bulunuyor. Son çıkan Self Disclosure of God (Allah’ın Kendini İzharı) adlı eserinde ise İbn Arabi’nin kozmolojisini inceliyor.

Üretken bir araştırmacı olmasının yanında Müslüman olmuş ve dahası “teslim olmuş” bir sufi, Chittick. İslam irfanının hemen bütün boyutlarına ciddiyetle eğilmiş bir ilim adamı/sufiyi dinlemek bir zevkti. Konuşmasında Batı bilim ve felsefesinin tamamen dış dünyayı, tabiatı fethe yöneldiğini, ne var ki, bilim ve teknolojideki bütün ilerlemelere rağmen, bunları araştıran insanın, kendisi hakkında hemen hiçbir şey bilmediğini söyledi. İslam irfanının tam da bu noktada devreye girerek insanlığı, iç ve dış dünyayı, bütüncül bir tarzda ele almaya davet ettiğini ısrarla vurguladı.

Bu arada ilginç bir not aktarmak istiyorum: Chittick Müslüman olmuş bir Japon’la evli. Eşi sayın Murata’nın, Taoculuk ve İslam konusunda önemli bir eseri var. Günün en ilginç malumatı ise Chittick’in eşiyle Farsça konuştuğu idi. Bir Amerikan-Japon çiftin ortak konuşma dili olarak Farsçayı seçmeleri, her açıdan ibretamiz bir örnek gibi göründü bana.

Aslında en ibretamiz olması gereken nokta ise bir zamanlar İslami ilimler, özellikle de tasavvuf ve İbn Arabi çalışmalarının merkezi olan Türkiye’nin (bugün her biri bir dev olan Ahmet Avni Konuk’u, İsmail Fenni Ertuğrul’u, Ferid Kam’ı, Mehmet Ali Ayni’yi gel de rahmetle ve hasretle yad etme!) günümüz dünyasında giderek yıldızı parlayan, gözde alanlardaki bu inisiyatifi kendi elleriyle Avrupa ve Amerika’ya armağan etmiş olmasıdır! Hazin değil mi: Bu devlerin hüküm sürdüğü bir toprağın çocukları olarak biz, tasavvufun şifrelerini çözebilmek için bir Amerikalıyı iştiyakla dinleyebiliyoruz. Sonradan kendini bu işlere adayan Henry Corbin’in Sühreverdi’yi ve İşrakiliği İstanbul’da, Şerefeddin Yaltkaya’dan öğrendiğini hatırlayalım ve şapkamızı önümüze koyup derin derin düşünelim.

Bir zamanlar Arapça ve Farsça başta olmak üzere Şark kültürü, edebiyatı, felsefesi, hikmeti ve tasavvufundan “behredar” olmak isteyen ecnebi bir meraklının sözlerine, İstanbul’a gelip bu işlerin ehlinin dizinin dibine oturmadan, onların rahle-i tedrisinden geçmeden itibar edilmezmiş. Peki biz bir İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in yerine ikame edebileceğimiz ikinci bir otorite çıkarabildik mi? Dahası, çıkarabilir miyiz bundan sonra? Ben çok şüpheliyim. Oryantalistlere kök söktüren Terlikçi Raif’imiz bile samanyolu kadar uzak bir tiptir bugün bizim için. Anadolu’da mayalanan ve İstanbul’da muhteşem bir terkibe ulaşan 9 asırlık bir kültür birikimi, geri gelmemek üzere maalesef yitirilmiş, gelenek kırılmıştır en onulmaz yerinden.

Bugün tasavvuf tarihi ve felsefesi alanlarında olduğu gibi, Alevilik alanında da en ciddi bilimsel araştırmaların çoğu Türkiye dışında yapılmaktadır. (Mesela: Alevi Kimliği: Editörleri: T. Olsson, E. Özdalga, C. Raudvere, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999.) Bu en kuvvetli olmamız gereken alanlarda bile dışa bağımlı hale gelmenin, kültürümüzün sömürgeleştirilmesinden başka bir anlamı olabilir mi? Amerika’nın Kemal Karpat’tan Cemal Kafadar’a, Şükrü Hanioğlu’ndan Şerif Mardin’e kadar Osmanlı ve yenileşme dönemi Türk tarihi alanlarındaki en yetkin beyinlere kucak açması boşuna mıdır sanıyorsunuz?

Vahaları göç eden bir kültür çölleşmez de ne yapar?

Bir yanıt yazın