Ne yalan söyleyeyim, hükümetin bu kadar yakın takibinde olduğunu bilmiyordum. Geçen pazar (21 Kasım) Menderes’in 16 generali birden görevden aldığını yazdım.
3 gün geçmeden İçişleri ve Milli Savunma bakanlarının 3 generali açığa aldıkları haberi düştü ajanslara. Doğrusu bu rastlaşmadan pek hoşlanmadım, zira benim “hükümetin tetikçisi” olduğumu düşünenlerin ekmeğine yağ sürülmüş oldu. Neyse ki, hiçbir siyasetçinin “Bizim Mustafa”sı olmadığımı bilenler biliyor.
En iyisi biz Voltaire’in Candide’i gibi “bahçemize bakalım”, yani tarihin aynasına. Tarih, bakmasını bilene ışık tutmakta mahirdir çünkü.
27 Mayısçılara göre Türkiye’de A’dan Z’ye her şey bozuktu. Ve ihtilalcilerimizin alınlarında birer deha ışığı parlıyordu. Her işten anlıyorlardı, kalpleri vatana hizmet aşkıyla doluydu. Anayasa açıklandığında gördük ki, hepsi yalanmış. Baktık, kendilerini “tabii senatör”, yani ömür boyu “milletvekili” konumuna layık görmüşlerdi.
Enkaz devralmışlardı, her şeyi tepeden tırnağa düzeltmeleri gerekiyordu. Türkçe ezanı, Türkçe Kur’an’ı geri getirmek için çırpındılar, sonra halktan ve Diyanet İşleri Başkanı’ndan destek bulamayınca vazgeçtiler. Ciddi ciddi İstiklal Marşı’nın sözlerini bile değiştirmek istediler. Kasım 1961’de Milli Eğitim Bakanlığı’nda kurulan Güzel Sanatlar Komisyonu’nda güftesini değiştirmek için bir oylama bile yapıldı. Güya Akif’in güftesi, marşa uymuyormuş.
Böylece iktidarı, emekliliği gelmiş Cemal Aga ile demokratlığıyla dünyaya nam salmış İsmet Paşa’ya devrettiler ve Türkiye’nin sorunlarını arapsaçına çevirip bıraktılar. Bir de kanlı miras daha bıraktılar: TSK’nın damarlarına darbecilik zehrini zerk ettiler ki, nesillerdir temizlemeye uğraşıyoruz.
Demokrat Parti, zorunlu 1950 müdahalesi hariç, orduyla uğraşmamak prensibini takip ediyor, ordu ise tersine, her fırsatta hükümeti sıkıştırıyordu. Celâl Bayar darbe karşısındaki tavırlarını şöyle netleştiriyordu:
“Ben ve Başvekil (Menderes), Atatürk ordusunu da, Atatürk ekolünden gelen muhalefet liderini (İnönü) de bir ordu darbesi içinde düşünmeye razı değildik. Toplumumuzun, ordu darbesi çağlarını geride bıraktığına, dünya yüzünde elde ettiğimiz siyasî seviyenin buna elverişli olmadığına inanıyorduk.”
Türk ordusu sömürge ordusu mu idi ki, kendi hükümetine karşı darbe yapsın? Menderes’in düşüncesi buydu.
Bu konuda Bayar’ın ağzından aktarılmış çok özel bir not var, gazeteci Cüneyt Arcayürek’in bir kitabında. Onu okuyunca gerek Bayar’ın, gerekse Menderes’in, en sıkıntılı zamanlarında bile bir askerî müdahaleye razı olmadıklarını göreceksiniz.
Arcayürek’e göre Bayar’ın hiçbir zaman resmen açıklamayacağını sandığı değerli bir anısı vardı. 27 Mayıs’tan kısa bir süre önce sokak gösterileri gemi azıya almış, iktidarı sarsıyordu. Buna Harp Okulu öğrencilerinin sessiz yürüyüşü de eklenmişti.
İşte bu aşamada Çankaya Köşkü’nde Bayar başkanlığında düzenlenen toplantılarda kontrolden çıkmakta olan olaylara hal çareleri araştırılıyordu. Bir toplantıda zamanın Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun şaşırtıcı bir teklifte bulunmuştu. Bu teklif kabul edilmiş olsaydı, belki de, DP yeniden duruma hakim olabilir, bir süre sonra sivil hayat geri gelebilir, 27 Mayıs darbesi yaşanmaz ve mevcut darbeciler de bizzat ordu eliyle, emir-komuta zinciri içinde tasfiye edilirdi.
Peki neydi o teklif?
Hükümetle iyi geçindiği için suçlanan ve bu yüzden Yassıada’da idama mahkûm edilen Org. Erdelhun, geçici bir “askerî müdahale” önermişti. “Geçici olarak Başbakanlığı ben alırım. Orduyla birlikte bu ‘pisliği’ temizleriz, sonra gene sivil döneme geçeriz.” demişti.
Başbakan Menderes önce bu öneriyi makul karşılamış, ancak bir süre sonra Arcayürek’in deyişiyle, “ulusal egemenlik görüşü ve inancı ağır basmış olmalı, öneriyi reddettiğini” bildirmişti.
Bu, nedense, üzerinde durulmamış çarpıcı ayrıntının Bayar’dan başka tanığı yok. Menderes anlatamazdı, Erdelhun da anlatmadı. Ancak bazı karineler, Erdelhun’un ordu içindeki darbeci yapılanmalardan fena halde rahatsız olduğunu, kendisinden izinsiz Harbiye öğrencilerinin sokağa dökülmesi üzerine harekete geçtiğini, darbeci ekibin de çoktandır diş biledikleri Paşa’nın üzerini çizdiklerini gösteriyor. Yani Erdelhun, orduya hakim olamamaktan muzdariptir ve mevcut kaynaşmaları bastırmak niyetindedir.
Yazmadan önce iki canlı kaynaktan teyid etmek istedim. Birisi, Bayar’ın kızı Dr. Nilüfer Gürsoy, diğeri Menderes’in oğlu Aydın Menderes. Dr. Gürsoy olayı doğrulamakla birlikte bir “teklif” değil de, bir “fikir” olarak tartışıldığı kanısında. Aydın Bey ise babasının o gün Çankaya’da Erdelhun’la ertesi gün Başbakanlık’ta buluşmak üzere sözleştiklerini ama Menderes’in kararını değiştirerek randevuya gitmediğini, böylece konunun kapandığını ifade etti. Nitekim Celâl Bayar da gazeteci Taylan Sorgun’a 1986’da konuyu anlatmış ve kayıtlara geçmişti. (Öte yandan Süleyman Yeşilyurt, Erdelhun’un milletvekili olmadığı için başbakan olamayacağını hatırlatıyor.)
Bu ayrıntı gibi görünen olay, Bayar ve Menderes’in, ellerine darbe fırsatı geçtiğinde bile “ulusal egemenliğe” olan inançlarından ötürü buna kalkışmadıklarını, her şeye rağmen “silahların gölgesine sığınmayı” inançlarına aykırı gördüklerini göstermesi bakımından çok önemlidir. Demokrasimiz adına bugün de canlı tutulması gereken damar budur zira.
28 Kasım 2010, Pazar