• Home
  • Genel
  • Mithat Paşa, İstanbul surlarını yıktıracak mıydı?

Mithat Paşa, İstanbul surlarını yıktıracak mıydı?

Yanılmıyorsam 1995 yılıydı. Kapatılan Refah Partisi Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk bir açıklama yaparak İstanbulsurlarının yıkılması ve surlardan kazanılacak yerlerin yeşil alan ve topluma yararlı binalarla şenlendirilmesi gerektiğini söylemişti. Hatırlarsanız büyük bir aleyhte kampanya ile bu bakış gericilik, bağnazlık, sanata ve tarihe düşmanlıkla damgalanmıştı. Doğrusu ben de bu sözlerin nereden icap ettiği muammasını çözememiş ve bir ‘şehirsever olarak tepkimi belli etmiştim. Ancak öbür taraftan da ‘surları kurtarıyoruz diye (o sıralarda) yapılan restorasyonlarında bir film platosunda inşa edilen kaleleri andırdığını ve yapmacık kaldığını söylemekten de geri kalmamıştım.

Hatta o günlerde mimar dostum Aykut Köksal, Marmara surlarının denizle irtibatını kesen sahil yolunun, ‘deniz suru’ olarak yapılan bu büyük duvarın anlamında ciddi bir bozulmaya yol açtığını ve onları ‘kara suru’ haline getirdiğini belirten bir yazıkaleme almıştı. Gerçekten de, şehir felsefesi açısından bakıldığında surları yıkmakla onları aslen ait olukları anlam bütününden soyutlayacak, hatta kopartacak sahil yolu gibi radikal uygulamalara girişmek arasında çok da fazla bir fark olmadığı görülebilecektir. Birisi madden yıkarken, öbürü manen, mana olarak yıkmaktadır. Tek fark bu!

Surların yıkımı ile ilgili, şu günlerde okuduğum kitaplardan birisi olan Zeynep Çelik’in Değişen İstanbul (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996) adlı çalışmasında yeni bilgilere rastladım. Konuya geçmeden kitabın İngilizce orijinali olan The Remaking of Istanbul’un tam karşılığınınİstanbul’un Yeniden Kuruluşu olduğunu ve Değişen İstanbul’un kitabın orijinalindeki Tanzimat sonrası gerçekleşen aktif “yeniden inş-a” fikrini yeterince yansıtmadığı yolundaki kanaatimi ilgililere ulaştırmak istiyorum.

Zeynep Çelik bir dipnotta (s. 59, dn. 97) bugün Yedikule ile Haliç arasında uzanan Teodosios Surları’nın yıkımı fikrinin 1872’lere kadar geri gittiğini belirtiyor. Sadrazam Mithat Paşa, Abdülaziz döneminde surların yıkılmasını teklif etmiştir; ancak kendilerini “İngiliz asar-ı atika taraftarları” diye tanıtan bir grup, irade-i seniyye’nin çıkmasınımüdahale ederek” (?) önlemiştir. İlginç, değil mi? Modernleşmenin ve Batılılaşmanın öncülerinden birisi olarak takdim edilen Mithat Paşa’nın karşısına yine Batılılar çıkarak tarihi kurtarıyorlar!

Ne var ki, bu hadisenin mesut sonuçları da olmamış değildir. Surlar dikkatleri üzerine toplamış ve 1891’de ayrıntılı bir haritası bile çıkartılmış, hatta Alexander Van Millingen’in kita surların korunması konusunda bilimsel bir temel temin etmiştir.

1909’a geldiğimizde bu defa bir gazetenin gündeme getirdiğini görüyoruz surların yıkılmasını. Yeni Tasvir-i Efkar gazetesi surların hiçbir tarihi, mimari ve savunma değerleri olmadığını söylüyor ve surların yerlerine “geniş bir cadde, parlamento, mükemmel ve muntazam” bir tiyatronun (işte bu harika!) yapılmasını öneriyor. Ancak yine yabancı bilim adamları ile şehremini Halil Bey’in muhalefeti sayesinde bu tasarı, gazete sayfalarında kalmıştır.

Modernleşme tarihimize biraz derinliğine bakıldığında, zihnimizde oluşturduğumuz şablonların nasıl bir optik yanılgının eseri olduğunu daha berrak olarak görebiliyoruz. Bugün Mithat Paşa’yı baştacı edenler bir zamanlar onun da tasarlayıcılarından olduğu surların yıkılmasına en şiddetli tepki gösterenler iken, Mithat Paşa ile kendilerini asla aynı safta görmek istemeyecek olan bir ‘siyasal İslamcı’ partinin mensupları, garip bir şekilde onunla aynı tutumu paylaşabiliyorlar tarih karşısında.

Öyleyse rahatlıkla söyleyebiliriz: Mithat Paşa’nın da, Oğuzhan Asiltürk’ün de tasarıları ortak bir kültürel zeminden harekete geçmekteydi: Modernleşmemizin muğlak zemininde dönemlerin ve konjonktürün etkisiyle zaman zaman sarmaş dolaş olabilen, zaman zaman da birbirine amansızca düşman kesilebilen bir “köksüzlerülkesi Türkiye.

“Kök”ümüzü bulana kadar da bu yanlış veya moda deyimle “sanal” saflarda bütün gücümüzle mücahedeye devam edeceğe benziyoruz.

İktibas Deneme nedir? 

“Deneme, hemen, söylemek istediği şeyle başlar, kullandığı kavramların tanımını yapmaktan kaçınır ve bilinçli bir sekilde yöntemsel olmayanı yöntem olarak kullanır. Deneme, anti-sistematik bir hareket noktasını kendine özgü bir şekilde benimser, kavramları bağlamlarından kopuk bir halde ‘teklifsizce’ ele alır ve onları keyfine göre kullanır.”

Theodor W. Adorno

Sarmaşık 

İbn Haldun ve Şeyh Bedreddin

İbn Haldun üzerine daha önce bu sütunda birkaç yazı yazmıştım; bu yazılar epeyce bir alakaya da mazhar olmuştu. Yalnız Sayın Besim Tibuk değil, birçok akademisyen gençken de aldığım telefonlar, ülkemizde İbn Haldun’a yönelik bir ilgi artışının kalınlaşan hatları gibi göründü bana.

Belki erbabının malumudur; ama ben yeni öğrendim ve bu bilgiyi değerli okuyucularımla paylaşmak istedim.

İbn Haldun meşhur Mukaddime’nin yazarı olarak gittiği Kahire’de Şeyh Bedreddin’le tanışmış rivayete göre. Hatta bazıkonuları oturup tartıştıkları ve birbirlerini etkiledikleri de rivayetler arasında. Şeyh Bedreddin’in geliştirdiği görüşlere bakılırsa büyük üstad İbn Haldun’dan etkilenmiş olabileceği ihtimal dışı gözükmüyor.

Tahkikinde fayda gördüğüm için yazdım bunları. Ve başka bir şey için daha: Geleneksel dönemde, o günün ulaşım şartları da göz önünde tutulduğunda, aydınlar arasında sanıldığından daha yakın ilişkilerin bulunduğunu gösteriyor bu hadise bize.

Bazen bugünden de daha yakın!

Bir yanıt yazın