Ne yazmalı?

Ne yazmalı?
Ne yazmalı? Yazılacak konular dağ gibi yığılmışken kalemin omuzlarına, ne yazmalı? diye düşünmek anlamsız belki. Yazılacak o kadar çok mebzul miktarda konu var ki kültür alanında… Fakat ne tuhaf, serazad kalem bir türlü yanaşmıyor bunları yazmaya.

Ne yazmalı? İnternet’te yeni bulduğum, Gadamer’le yapılmış şiir ve felsefe konulu konuşmayı mı ele alsam yoksa Şems-i Tebrizi’nin Makalat’ındaki postmodernlere taş çıkartacak üslup dalgalanmalarını mı gündeme taşısam? Osmanlı’nın gerileyip gerilemediğini mi tartışsam, yoksa şehir üzerine farklı okumalara devam mı etsem? Lambropoulos’un tartışmaya açtığı modernliğin İbrani ve Yunani olmak üzere çifte kaynağı üzerinde mi imal-i fikr etsem, yoksa her zamanki gibi Şeyh Galib’in kapısını çalıp ondan derunumu ferahlatmasını mı dilesem?

Ne yazmalı? Yoksa Charles Dickens’ın 1775’in Londra’sını anlatan İki Şehrin Hikayesi’nin ilk satırlarında sözünü ettiği “tuhaf devirler”e mi demirlemişti gemimiz?

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; akıl çağıydı, budalalık çağıydı; inanç çağıydı, inançsızlık çağıydı; ışık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi; umut baharıydı, üzüntü kışıydı; önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu; hepimiz dosdoğru cennete gidecektik, hepimiz dosdoğru cehenneme gidecektik… Kısacası, devir şimdikine öylesine benziyordu ki…” (*)

Dickens, bugünkü Türkiye’nin manzarasını tasvire kalksaydı, eminim, bunlardan ne tek bir kelime fazla, ne de eksik söylerdi!

Böylesine ateşinin şiddetinden sadece sayıklamayı becerebilen, en ümitvar olunacak bir gelişmeyle lağımları bile ağlatan reziletlerin kucak kucağa yaşandığı bir zaman diliminde kültür yazıları yazmakla iktifa etmek kaleme giran gelebiliyor. Nazi dönemini hatırlatan bir ayırımcılık giyotiniyle kurban edilmek istenen üniversiteli türbanlı kızlardan tutun da çetelerin bir kanser gibi bünyesini sardığı devletin acınacak haline kadar, Türkiye’nin en büyük şehrinin belediye başkanının göreviyle ilgili bir konudan değil, ders kitaplarında bile bulunan bir kıta şiir yüzünden siyasetten ömür boyu diskalifiye edilmesinden tutun da burnumuzun dibindeki Kürt Devleti’nin Amerika’da kurulmasının iş işten geçtikten sonra farkına varmamıza kadar yığınla acı, acı olduğu kadar da çirkin ve devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan uygulamaya hep beraber şahit olduğumuz şu dönemde siyasallaşmaktan uzak durarak kültürün ipek ve dantelalarıyla, oyma ve nakışlarıyla, bunların insan ruhunun yetkinleşmesinde oynadığı derin rol üzerinde duran yazılar yazmak gerçekten de kalemimi gülünç bir konuma düşürebilir endişesini taşıyorum ister istemez.

Ne var ki kültürün kendi mayasının kurumaması, bazı ellerin de onu bir yandan yoğurması, karması ve yeniden üretmesi icap etmez mi? Her şeye rağmen bir bütün olarak kültürün canlı kalması ve siyasetin mezbahasında kurban edilmemesi için de ciddi bir gayret göstermek gerekmez mi? Siyasetin alanının siyaset dışı aktörlerce iyice daraltıldığı, siyaset yapmanın neredeyse imkansızlaştırıldığı bir ortamda daha fazla siyasallaşmanın gereğini vurgulamaya itirazım yok; ancak hayat da sadece siyasetten ibaret değil ki! İyi ki de değil demek gerekiyor, zira hayatın zenginliği ve üretkenliği, onun içindeki dinamizmin nabzı, kültürün ve sanatın o asla bütünüyle siyasete ve baskıya boyun eğmeyen, teslim olmayan özünden alır gıdasını. Bu özgür dinamiği diri tutmak, en azından siyasetin siyaset dışı güçlerce sınırlandırılmasına karşı çıkmak ve siyasetin alanını herkesin katılabileceği bir esnekliğe kavuşturmak kadar önemli görünüyor bana.

Ne yazmalı? diye başlamıştık yazıya. Yukarıda ismini zikrettiğimiz Mevlana’nın “şeyhi ve müridi” Şems-i Tebrizi’nin muhatap bulmanın zorlaştığı zamanlarda sözün nasıl söylenmesi lazım geldiğine dair cümleleriyle nihayet verelim söze isterseniz: “Mevlana’ya açık söyledim: Ben onların önünde konuşurken sözlerimi kendilerine anlatamıyorsam bari sen anlat onlara… Ben işin aslından, temelinden bahsediyorum, onlara zor geliyor. Halbuki ona benzer bir asıldan bahsederken de sözün üstünü örttükçe örterim, kapalı konuşurum. Ta ki sonunda her söz başka bir sözün üstünü kapatsın.”

Söz labirenti? Bu bir çıkış yolu olabilir mi kalem için dersiniz?

(*) Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi,

Çeviren: Azize Bergin, İstanbul 1988, s. 13.



Bir yanıt yazın