Nietzsche’nin çığlığı
Heidegger bir yerde şöyle der: “Düşünme (Denken), ancak asırlardır kutsadığımız aklın gerçekte düşünmenin en muannid düşmanı olduğunu fark ettiğimiz noktada başlar.”
Nietzsche, söylendiğinden beri yaygın bir yanlış anlamaya kurban gitmiş ve halen gitmekte olan ünlü sözü “Tanrı öldü” ile gerçekte teolojiyle başlayan ve modern felsefe içerisinde sağa sola itilip kakılan ve gerçekte yalnız felsefeden değil, modern hayattan da dışlanan Tanrı kavramının çağında hâlâ kullanılıyor olmasının dayanılmaz bir ikiyüzlülük olduğu kanısındaydı. Hangi yüzle bu kavramı kullanmaya devam edebiliyorlardı? Sahte bir kutsallık atfedilen; ama sahiciliğini iyiden iyiye yitirmiş bir kavramın karşısına geçip bile bile riya yapmanın anlamı kalmış mıydı? Kendisini çağının bütün ikiyüzlülüklerini dobra dobra haykırmayı, maskelerini indirmeyi, sahte tanrılarını birbirine kırdırmayı adeta bir gaza ruhuyla yerine getirmeye adamış olan Nietzsche, Tanrı konusunda da samimi olunmasını istemekte haksız mıydı?
Şunu açık açık itiraf etsek ne olurdu ki: “Tanrı öldü.” O, Batılı insan için Descartes’tan, Spinoza’dan Kant’tan beri zaten yavaş yavaş ölmüyor muydu? Tıpkı çarmıha gerilen İsa’nın işkenceler altında ağır ağır ölüme gitmesi gibi modern felsefe ve hayatta Tanrı, çeşitli felsefi formülasyonlar içerisinde bir balmumu gibi çeşitli şekillere bürünüyor, kendiliğindenliğini yitiriyor, gitgide eriyordu.
İşte Nietzsche bu durumu tespit edelim istiyordu.
Nitekim yukarıdaki aforizmasının ardından gelen cümleler Tanrı’nın gerçekten ölüp ölmemesiyle ilgilenmediğini, tam tersine Batı felsefesinden ve modern söylemden tard edilmiş olan Tanrı’nın kanlarının -tıpkı İsa’nın kanlarının çarmıhtan yavaş yavaş süzülmesi örneğinde gördüğümüz gibi- üstümüzden başımızdan akmakta olduğunu iddia ediyor, “Onu biz öldürdük” diyordu. Kuşkusuz buradaki “Tanrı” bütün genelliği içinde evrensel Tanrı değil, William Barrett’in ısrarla vurguladığı gibi Hıristiyan inancının tarihsel Tanrı’sıdır. Fakat daha geniş bir bağlamda felsefecilerin Tanrı’sı olarak da görülebilir. Bu anlamda Tanrı, Eflatun’un ideaları gibi duyu-üstü gerçeklik alanı demektir ve felsefede sürekli olarak bu alan duyulur (sensible) alanın ötesinde konumlandırılmış ve yüce değerler alanı olarak takdis edilmiştir.
Şimdi bu alan çekip gittiğine, yani Tanrı öldüğüne göre insan için ayakta kalmanın, bir yere demirlemenin imanı meselesi çıkmaktadır Nietzsche’nin nihilizminin -ve modernden postmoderne bütün nihilizmlerin- önüne. Nietzsche’nin bulduğu çözüm, iktidardır (power). Çağdaş insanın yitirdiği değerlerin yerine koyabileceği tek seçenek, güçtür ve bu gücü kullanarak ayakta kalabilecek yegane insan modeli de üst-insandır (Uebermensch).
Nietzsche’nin trajedisi (dansı?) buydu belki de. O açık yüreklilikle bir durum tespiti yapayım derken güç ve üst-insan propagandisti olarak yaftalanacak ve sonuna kadar nefret edeceği faşizmden tutun da Faustçu ideolojinin tilmizi olmaya kadar bir yığın çağdaş mabedin sunağında kurban edilecektir.
Ama görevini yapmış, çoğu Descartes’in düalizminin evlatları olan modern kavramların ağını tarümar etmiş, çağımızda Baudrillard’ın tevarüs edeceği ‘yaratıcı yıkım’ stratejisi ile bombardımana uğramış bir şehir bırakmıştır geride. Bu harabenin izlerini takip ederek yepyeni bir felsefi analiz ortaya koyacak olan filozof, Heidegger olmuştur.
Bunun içindir ki Heidegger, aklın düşünmenin önündeki en büyük düşman olduğunu söyleyecek ve Nietzsche’nin rolünü şu sözleriyle pekiştirecektir:
“Kendi kendimizi düşünmeye başlamadıkça Nietzcshe’nin çığlığını duyamayız.”
MERAKLISINA OKUMA PARÇASI
“Gün ışığında fenerini yakan, pazara dalmış ve sürekli olarak bağırıp çağıran bu deliyi duyuyor musunuz: “Tanrı’yı arıyorum! Tanrı’yı arıyorum!” Tanrı’ya inanmayanın etrafında birçok kişi toplanınca büyük bir şamata koptu. “O (Tanrı) yolunu mu şaşırdı?” diye sordu birisi. “O (Tanrı) tıpkı bir çocuk gibi yolunu mu kaybetti?” dedi bir başkası. “Yoksa saklanıyor mu? Bizden mi korkuyor?”, “Ayakkabısının tekini mi kaybetti, belki de göç etti?” Bu şekilde çığlık atıyor ve gülmeye devam ediyorlardı. Deli, ortalarına atladı ve gözleriyle onlara delici bakışlar fırlattı. “Tanrı’ya ne olduğunu” diye haykırdı, “Size söyleyeyim. Onu biz öldürdük, siz ve ben. Hepimiz katiliz. Fakat bunu nasıl yaptık? Okyanusu nasıl içebildik? Ufku silmek için kim tutuşturdu süngeri elimize? Bu dünyayı güneşinden koparttığımızda neydi yaptığımız? Niçin gidiyoruz şimdi? Nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Sürekli olarak düşmüyor muyuz? Ve geriye, yana, dört yandan ileriye? Hâlâ yukarı ve aşağı diye bir şey kaldı mı? Sınırsız bir boşlukta amaçsız bir şekilde mi gezip dolaşıyoruz? Boş bir uzay üzerimizde nefes alıp vermiyor mu? Etraf daha da soğumadı mı? Gece ve daima gece midir yaklaşan? Fenerler öğleden önce yakılmamalı mı? Tanrı’yı defneden mezar kazıcıları hakkında henüz hiçbir şey duymadık mı? Tanrı’nın zevali hakkında henüz hiçbir şey dikkatimizi çekmedi mi? Tanrılar da zeval bulur! Tanrı öldü! Tanrı daima ölü olarak kalacak! Ve onu biz öldürdük! Dünyanın şu ana kadar sahip olduğu en kutsal ve en kudretli varlık, hançerlerimizden ölümü boyladı, kim silecek ülkemizden bu kanı? Hangi sular temizleyecek bizi? Hangi kefaret şölenlerini, hangi kutsal oyunları keşfetmemiz gerekecek? Bu işin büyüklüğü bizim için çok ağır değil mi? Sadece onun değerini anlamak için Tanrılara dönmek zorunda kalmayacak mıyız? Tarihin gördüğü en muazzam iş bu ve bizden sonra doğacak olan herkes bu yüzden şimdiye kadarki tarihten daha yüksek bir çağa ait olacak!’ Deli burada sustu ve tekrar onu sessiz sedasız dinleyen ve kendisine garip garip bakan dinleyicileri süzdü. Nihayet elindeki feneri yere fırlattı, fener paramparça oldu ve çekti gitti…” (Ed., Otto Manthey-Zom, Nietzsche: An Anthology of his Works, Washington Square Press, 1964 s. 94-95 (bu metin yazarın Gay Science ya da Joyful Wisdom (“Şen Bilim” ya da “Neşeli Bilgelik”) adlarıyla İngilizceye çevrilen kitabında yer almaktadır).
04 Mart 1997, Salı