“Ölü bebek kokuları” yakmıyor mu genzinizi?
“Olası” Irak operasyonu. Hijyenik, pürüzsüz ve şifa verici bir operasyon olacağı söyleniyor bunun.
Sistemin içinden habis bir uru (Saddam), en hassas ve uzay teknolojisinin sağladığı en mükemmel aletlerle çekip çıkartacak bir ameliyat olacakmış bu operasyon.
Bilmiyorum, Baudrillard biraz abartmış mıydı 10 küsur yıl önceki Irak “savaşı”nın hiç olmadığını söylerken? Gerçekten de savaşlar artık sadece ekranlarda mı cereyan ediyor? Hatırlayın, bir gece yarısı CNN’in bize gösterdiği, koyu yeşil bir gökyüzünde uçuşan ateşböceklerinden ibaret değil miydi? Neydi sahiden de onlar? Eğlenceli havai fişeklere daha çok benzemiyor muydu o düştüğü yerde onlarca metrelik çukurlar açan bombaların karanlık gökyüzündeki parlak izleri?
Savaş ve eğlence… Günümüzün gözde reyting–avcısı şovları.
Futbolun reytinginin bu denli yüksek olmasında, o çok bilmiş çığırtkanlarının dimağımızın zaaflarına üfürdükleri savaş naralarının rolü yok mudur dersiniz?
Her şey bir film karesinin müstekreh sıradanlığına sıkıştırılmış durumda bugün. Sevgilisini 54 yerinden bıçaklayan adamın kanlı “vahşeti”yle Berat Kandili’nin o uhrevî atmosferi eşitleniyor ekranlarımızda. Topuğundan vurulan “sanatçı”ya tahsis edilen özel saatler, 5 kardeşiyle bir çadırda yaşama mücadelesi veren 12 yaşındaki kızın hazin hikâyesinin üzerine salıyor kapkalın gölgesini.
Ekranlar, günümüzün zihin kontrol araçları olup çıkıyor. Yalnız ekranlar mı? İnternetten yazılı basına kadar her iletişim ortamı, vermek istediği mesajı haberlerin vasıtasıyla zerk ediyor beyinlere.
“Haber (medium) bir MESAJ’dır.” demişti McLuhan. Şimdi ise şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz: “Haber bir MASAJ’dır.” Her haberiyle beyinleri yoğuran ve onu istediği şekilde terbiye eden ve yönlendiren usta işi bir masaj.
Tele–voleler ve seçim–volelerin ötesinde bir kan gölünün ortasında yüzmüyoruz muyuz? Terör, savaş, şiddet… Hiç eksiliyor mu etrafımızdan?
Filistin’de babasının koltuğunun altında çırpına çırpına can veren küçük Muhammed’in yürek paralayan hikâyesini çoğu kanal işlenmeye değer bile görmedi oysa.
Ve “olası” Irak operasyonu kapıda yine. Yine düştüğü yerde kraterler açan bombalar, yine isimsiz ölüler manzumesi, yine masum çocuk kanlarından dereler.
Ekranlarımızın başında çaya batırdığımız kurabiyeyi ağzımızda eritirken, bu “temiz”, bu “hijyenik”, bu “hayırhah” operasyonu olanca kayıtsızlığımızla izleyeceğiz yine “insanlık ailesi” olarak! Bu zayiatlara bakıp bakıp Saddam’a kinleneceğiz belki de. Onun, sadece onun sebep olduğunu düşüneceğiz bu kadar telefata.
Doğrudur. Saddam, suçludur. Pek çok benzer diktatör gibi yaptıklarının hesabını vermelidir. Ama Saddam’a hesap verdireceğiz diye de yüz binlerce masumun kanının akıtılması gerekmiyor ki? Eğer bu temiz bir operasyon olacaksa gerçekten de, vücudu el bombasıyla parçalayıp çıkartamayız uru içinden.
Bünyeyi boydan boya yırtan bir operasyona hiç temiz, hijyenik ve başarılı denilebilir mi?
Ya onun narına yananlar? Onları hiç düşünen var mı? Şu petrole bulanmış haliyle çırpınan karabatak kadar olsun kederlenebildik mi bir sığınağa girmiş 300 çocuğun “yanlışlıkla” atılan bir bombayla diri diri kebap edilmesine?
Var olasın Cüneyt Özdemir; sen de olmasan 10 küsur yıl önce sınırlarımıza yığılan Kuzey Iraklı mültecilerin ölen bebeklerinden yükselen buğu, o temiz(!) atmosferimize değmeyecekti hiç. O vakitler sınırlarımıza vuran iltica dalgası sırasında, açlık ve hastalıkların hemen her zaman ilk kurbanları olan bebekler, alelusul kazılan mezarlara gömülmeye başlanmış büyükleri tarafından. Bir süre sonra tuhaf, mültecilerin daha önce hiç rastlamadıkları, tarife gelmez bir koku kaplamaya başlamış ortalığı. Neden sonra anlaşılmış ki, bu tuhaf ve insanı iliklerine kadar ürperten koku, yüzlerce ölü bebeğin toprağın altına emanet olarak bırakılan tazecik bedenlerinden tütmektedir.
Ya böyle işte, savaşların ardından ılgıt ılgıt tüter ölü bebek kokuları. Ki onların adlarını tarihler yazmayacaktır asla.
Ekranlara çivilenmiş dimağlarımıza onların kokularını duyurabilme şansımız var mı?
29.10.2002