‘Osmanlı’, insanlığın son ve bitmeyen ümididir
Son zamanlarda sık sık muhatap olduğum sorulardan birisi, kitabımda Osmanlı’yı neden “insanlığın son adası” olarak ilan ettiğimle ilgili oluyor. “Osmanlı adası” garip bir ada. Ve nevzuhur, sömürgeci muhayyilenin mahsulü olan adalarla herhangi bir alakası bulunmuyor. Yani “Robinsonad”lardaki vahşî adalardan değil. Muhtemelen 19. yüzyılda bilince çıkan ama daha kuruluş yıllarında da, zamanımıza volümü artarak gelen bazı mırıltılarını işittiğimiz bir ada bu.
Biliyorsunuz “ada”nın nerede bittiği ve “kıta”nın nerede başladığı tam olarak belirlenebilmiş değil. Coğrafya uleması da, harita bilginleri de laf bu konuya geldiğinde dut yemiş bülbüle dönüyorlar. 2 milyon kilometrekareyi aşan toprağıyla Grönland bir adadır; ama 8 milyon kilometrekare toprağa sahip olan Avustralya bir kıtadır! 13 milyon kilometrekarelik toprağa sahip olan Antarktika ise, bir sözde kıtadır. Demek ki, fizikî coğrafya bile üzerinde oturanların değerine göre şekillenen plastik bir oyuncaktan ibaret. Avrupa bir “kıta” ise -ki gerçekte bir yarımadadır- yine bir yarımada olan, üstelik de nüfusu Avrupa’nınkinden 4 misli fazla olan Hindistan neden bir “kıta” değildir? Demek ki coğrafi tanımlara fazla bel bağlamak faydadan çok zarar getirecektir bize. Osmanlı’ya “ada” derken, aslında bu ada’nın minnacık bir ada olduğunu söylüyor değilim; yine aslında bu adanın fizikî büyüklüğü veya küçüklüğünü göz önünde bulunduruyor da değilim. Ada müsait bir vasat bulunca büyür, sular yükselince küçülür, daha doğrusu küçülür gibi gözükür. Ama suların çekileceği bir vaktin de her zaman eli kulağındadır. Bazen suların içine bile gömülebilir ama, Atlantis gibi, “yok” olmaz. Ben böyle ezelî ve ebedî bir adayı düşünüyordum “insanlığın son adası” derken.
Bu adanın kökleri, insanlığın başlangıcına değiyor. İnsanlığın başlangıcına, yani İslam’ın başlangıcına. Necat adası… Nuh’un gemisi… İnsanlığın o en daraldığı zamanlarda ortak gövdesinden fışkırıveren “alevden bir at”. İçinden kir saçılan oluğun karşısındaki “nur” akıtan oluk bir bakıma. İnsanların emin olduğu belde. En sıkıştıkları bir zamanda varlığından, sırf var oluşundan bile içlerine emniyet yağmurları yağdıran barış diyarı. Böyle baktım meseleye ve “Osmanlı” dediğimiz fenomeni, gözümüzdeki bir çapak olmaktan çıkartarak aslı ve faslıyla ortaya koymaya çalıştım. Osmanlı’nın sadece Osmanlı demek olmadığını, onun Müslümanların yeryüzündeki varoluş serüvenlerinin en hayatî uğraklarından birisi olduğunu tespit ettim. Daha da önemlisi, bu misyonu, o ‘en uzun yüzyıl’da, sömürgecilik asrında, dünyayı kasıp kavuran o meşum 19. yüzyıl boyunca yitirmeyen, hatta tam da bu dönemde onu daha bir bilinçle sahiplenen soylu bir tavrın sahibi olduğunu anlattım Osmanlı’nın. Bunlar beni, egemen veya egemen olmak için uğraş veren birçok “Osmanlı” anlatısından uzağa düşürdü ister istemez. Kopuş, evet. Resmî tarihin “geri”, “dejenere” ve “beceriksiz” Osmanlı imajından da, milliyetçi tarihin Kanû ni sonrasını çöplüğe layık gören tavrından da, İslamcı söylemin iman eksenli Osmanlı eleştirisi geleneğinden (en basit haliyle, ‘Osmanlı Devleti imanı zayıfladığı için çökmüştür’ tezinden) de, Osmanlı’nın Batı’yı yeterince takip etmediği veya feodal olarak kaldığı için gerilediği iddiasını ballandıra bulandıra senelerdir anlatagelen sol söylemden de koptum. Hatta Doğan Avcıoğlu’nun emperyalizmin Türkiye’yi avucuna alışının başlangıç tarihi olarak 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Anlaşması’nı göstermesini bile hatalı buluyorum. (Avcıoğlu’nun Osmanlı tarihi yorumu, İslamcı-Türkçü kesimde sanıldığından da yaygın bir kabul görmüş durumdadır. Neyse, bu da bir bahs-i diger.)
Ne ki, Türkiye’de herkesin şikayet ettiği gerçek tarih/resmi tarih ikileminden kurtulmak isteyen lakin neyle ve nasıl kurtulacağını bilemeyen pırıl pırıl genç ruhlar ve beyinler var Allah’tan. Bunların kökü kurumuş değil her şeye rağmen. Hamasete ve “şanlı tarih hastalığı”na düşmeden de Osmanlı’nın büyüklüğünün anlatılabileceğini göstermek istedim; Cemil Meriç’in dediği gibi bir nevi antibiyotik veya panzehir hazırlamak için çaba sarf ettim. En önemlisi de, savaşları kazandığı vakit Osmanlı’yı alkışlayan, buna mukabil, kaybettiği vakitlerde onu Amerikan işkencecilerini aratmayacak tekniklerle utanç kuyularına gömen sözde Osmanlıcı söylemlerin ikiyüzlülüğünü deşifre ettim. Mümtaz Turhan’ın da, Necip Fazıl’ın da, Yalçın Küçük’ün de, Yılmaz Öztuna’nın da, Çetin Altan’ın da Yeniçeri Ocağı karşısında nasıl tam siper olduklarını ve paslaştıklarını ortaya çıkardım. Sonuç, “aydınımızın Osmanlı ile imtihanı” oldu. Emperyalizme direnen bu Osmanlı adası sayesinde Müslümanların izzet-i nefsi, şerefi, namusu -en azından büyük ölçüde- 20. yüzyılın başlarına kadar “pâymal” edilemedi. Bunun ne demek olduğunu Filistin ve Irak’a, Bosna ve Kosova’ya, hatta Kıbrıs’a bakınca daha net görebiliyoruz. Müslümanlar başları dik gezebildiler kendi topraklarında. Ve sadece gezmekle kalmadılar, Pekin’den Paris’e ve Bingazi’den Londra’ya kadar engin bir coğrafyada yeryüzünün birinci sınıf bir devletinin tebası olarak yaşayabildiler. Peki bu ada nereye gitti? diye bir soru gelebilir aklınıza. Bir ada kâh büyür, kâh küçülür, kâh sulara gömülür, kâh başını gösterir. Bu ada, Müslümanların, daha da genelde insanlığın son ümidi, bitmeyen, bitmeyecek olan ümididir. Dün Osmanlı kılığında karşımıza çıkmıştır, yarın bir başka kılıkla çıkmayacağını kimse söyleyemez. Osmanlı adası bugün dönüşüm sancıları içerisinde. Toprakları ve imajı küçülse de, ideal olarak hep yanı başımızda gezip durmakta bir gölge gibi o. Bosna’da, Filistin’de, Irak’ta hep onunla dertleşmedik mi? Hatırlayın, Hürriyet gazetesi bile Binbaşı Cengiz Toytunç’un Filistin’de şehit düştüğü haberini, “Yüz yıl sonra ilk hava şehidimiz” diye manşetten vermemiş miydi?
Ahmet Midhat Efendi’nin Osmanlı adası
“Osmanlılığın asıl mahiyeti, çeşitli cinslerden oluşan bir alay halkın birbirinin kanının akmasına meydan bırakmak şöyle dursun, hatta bunları bir milliyet ve belki bir siyasî kardeşliğe bağlamak meselesidir. Böyle güzel bir topluluğun, insanları, gerçekten mutlu edebileceği ve bütün dünyanın Osmanlı himayesine can atacağı da kuruluşunun başında her tarafça kabul edilmişti… Halk da bir kere Osmanlılık unvanı altında saklı olan medeniyet nimetini ve hürriyeti görünce ve siyasî genel kardeşlik tadını tadınca dünya saadetinin olsa olsa bundan ibaret olabileceğine inanarak candan ve gönülden Osmanlı olup kalmışlardır.”
Ahmet Mithat Efendi, “Üss-i İnkılap”, c.1,
Haz.: T. Galip Seratlı, İst. 2004, Selis Kitaplar, s. 33.
Do you want Search?
Random Post
Search
previous