• Home
  • Genel
  • Petersburg’daki “bizim” Çeşme

Petersburg’daki “bizim” Çeşme

Petersburg’daki “bizim” Çeşme

Geçtiğimiz hafta Moskova’da olduğumu söylemiş; ama Petersburg’a da uğradığımdan bahsetmemiştim. Ne büyük bir dikkatsizlik benim için. “İnsan oralara kadar gider de sevgili Petersburg’a uğramaz mı?” diye içinden geçiren okuyucularım olmuştur eminim.

İşin doğrusu, başka bir program için gitmiştim oralara; ama yoluma yine Petersburg çıktı.

Bu defa Puşkin yahut Çar Köyü (Çarskoye Selo) denilen devasa bahçeye gittim. Nedim’in tasvirlerinden ve gravürlerinden anladığımız kadarıyla biraz bizim Sadabad’ı hatırlatıyordu. Belki biraz da Edirne’deki Sarayiçi’ni. Gelin görün ki bizim Sarayiçi ne kadar metrûk ve bakımsız durumda kaderini bekliyorsa, çarların ve çariçelerin bu engin zevk merkezleri de o kadar bakımlı ve alımlı durumdaydı. Gölünde yaban ördeklerini balıkları avlarken seyrediyor ya da sincaplarına kuruyemiş yedirebiliyorsunuz bu renkli bahçede.

Gölün etrafında bir tur atalım diyoruz. Solumuzda kule şeklinde bir bina var. Müzeymiş. “Adı ne?” diye soruyorum arkadaşlarım Adnan ve Selman’a. “Çeşme Baskını Müzesi” demezler mi? “Amman kaçırmayalım, girelim” deyip sürükledim peşimden onları da. (Çeşme Baskını üzerine geçen ay Zaman’da bir yazı yazmıştım hatırlarsanız; bilgilerimin henüz dumanı tütüyorken bu fırsat kaçmazdı doğrusu!)

Müzede 45–50 yaşlarındaki hanım görevli bize yardımcı oluyor. Rusya’nın ve bizim tarihimizin dönüm noktalarından biri olan bu savaş (daha doğrusu “baskın”) ile ilgili dev tablolar, savaşın cereyan şeklini gösterir krokiler, şemalar, savaşta kullanılan baltalar, savaş aletleri ve gemi topları, her Rus gemisinde bulunan koruyucu ikonalar, pusulalar, dürbünler ve… ve Çeşme’de Osmanlı gemilerinde asılı bulunan yarısı yanık bayraklar tavandan üzerimize sarkıyor… (Asırlar sonra da olsa bayrakları koklamak çok güzeldi.)

Kadın sürekli anlatıyor; bazan araya girip sorular soruyorum. Kadının zaten büyük olan gözleri daha da irileşiyor sorularım karşısında. Rus donanmasının İngiltere’ye uğradığında kılavuz kaptan olarak hangi İngiliz komutanı aldığını soruyorum. Şaşırıyor. Bilmediğini söylüyor ama ekliyor: “Garip. Bunu bana birileri daha sormuştu eskiden.”

Görevli kadın anlatmaya devam ediyor: “Aslında Çeşme baskını sırasında Osmanlı gemilerindeki silahlar bizimkilere göre daha gelişkindi. Daha yeniydi. Normal şartlarda Osmanlıların bizi yenmeleri gerekirdi. Ama önemli bir eksiklikleri vardı. Filoları, devşirme gemilerden oluşuyordu. Yani tek bir tornadan çıkma değildi. Bir deniz seferinde Venedik’ten ele geçirilmiş bir gemiyle, kendi tersanelerinde imal edilmiş gemi beraber savaşıyordu donanmada. Bu da iyi organize olmalarını engelliyordu. Oysa Rus gemileri tek bir tezgâhtan çıkmaydı.”

İlginç bilgilerdi doğrusu. Uzmanımız devam ediyordu anlatmaya: “Buna rağmen bizim Osmanlı donanmasını ‘normal’ savaş şartlarında yenmemiz zordu. Çünkü Osmanlı askerleri hâlâ çok iyi savaşıyorlardı. Nitekim Çeşme Limanı’nda yapılan ilk çatışma gündüz vuku bulmuştu ve bu çatışmada Rusların 623 kaybına karşılık, Osmanlıların kaybı birkaç kişiyle sınırlı kalmıştı. Oysa Çeşme Baskını gece yarısı yapılmıştı ve o zamana kadar gündüz savaşmaya alışmış olan Osmanlılar böyle bir baskını önceden tahmin edememişlerdi. Bu baskında bütün Osmanlı donanması yakıldı. Rusların kaybı ise gündüzki çatışmaların tersine 11 ölüyle sınırlı kaldı.”

Kadın görevli bunları anlatırken gözüm pencereden görünen gölün ortasındaki Çeşme Abidesi’ne takılıyor. Öbür yandan da Petersburg’un bir başka köşesinde gördüğüm Çeşme Kilisesi’ne kulaç atıyor hafızam.

Sonra zihnime üşüşen düşünceler birer birer firar ediyor müzenin camından:

Savaşlar da aslında medeniyetin bir parçasıdır. Zaferler kadar yenilgiler de bizi ve bugünümüzü besleyen medenî kaynaklardır. Kin, düşmanlık ve öfke, geçmişte kalmalıdır. Bugün bu müzede şahit olduğumuz üzere, istenirse savaşlar bile iki halkı, iki dünyayı, iki kültürü birleştirici, buluşturucu bir işlev yüklenebilir.

Ve bana asıl ağır gelen şeyi söyleyeyim mi size? Bırakın Çeşme Baskını gibi nisbeten orta ölçekli bir ayrıntıyı, İstanbul’un Fethi gibi dünya tarihinin akışını değiştiren bir büyük hadiseyi müzeleştirebildik mi bugüne kadar?

Ondan sonra kalkmış, “Büyük bir tarihimiz var” diyoruz. Oysa o tarihin büyüklüğünü idrak edemiyor ve sahiplenemiyorsak o tarih nasıl “büyük” olabilir ki? Büyük bir tarihimizin olması için zengin ve süngü gibi bir hafızamız olmalı. Bu da müzecilikle başarılır günümüzde. Bu noktada Ruslardan öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki!

24.09.2002

Bir yanıt yazın