• Home
  • Genel
  • St. Petersburg’da Osmanlı izleri

St. Petersburg’da Osmanlı izleri

St. Petersburg’da Osmanlı izleri

Ah şehirler. Ruhlarımızın maddi kırıntılarını cömertçe serptiğimiz tarlalar. Her birimiz hem eker hem biçeriz onu. Bir önceki neslin ektiği tohumları biçerken yeni tohumlar bırakırız şehirlerde; bir sonraki nesil gelip de dersin diye onları.

Ne zamandır takılmış dilime. Bir yerden mi okudum yoksa kendi icadım mı tam bilmiyorum; fakat her tekrarlayışımda yeni bir boyut ve derinlik kazanıyor burada; yani St. Petersburg’da:

“Bir şehri bulmak için onda kaybolmak lazım.” Hatta bu sözü biraz değiştirdim de. Şöyle yaptım kendimce: ‘Bir şehri bulmak için onu kaybetmek lazım.’ Bursa’yı İstanbul’da kaybettim ve buldum. Galiba İstanbul’u da St. Petersburg’da kaybedip bulacağım. St. Petersburg’u da asıl, İstanbul’a döndükten sonra bulacağımdan eminim.

Bu yazıyı St. Petersburg’dan yazıyorum. Hani şu Rus imparatorluğunun görkemli başkentinden. Bizim “Deli” dediğimiz ama Batılıların “Büyük” demeyi tercih ettikleri I. Petro’nun şehrinden.

Bir haftadır omzumda çantam, elimde rehber kitaplarım sokak sokak, ev ev geziyorum St. Petersburg’u. Neyi arıyorum? Kendimi mi? Belki. Belki de St. Petersburg’a yansımış yüzümü keşfe çalışıyorum.

Neler gördüm kendime dair bu şehirde?

Vladimir Sokağı’nda Dostoyevski ile karşılaşmak ilginç bir rastlantı oldu benim için. İlk romanı “İnsancıklar”ı yazdığı şu evde eserinin zamanın devleri Nekrasov ve Belinski tarafından beğenilip beğenilmeyeceğinin sancısını yaşayan genç Dostoyevski, şimdi müzeye çevrilmiş olan evinde ise şu kapağı solmuş Fransızca Kur’an–ı Kerim tercümesini okuyordu.

Sonra Liteyniy Caddesi’nde gördüğüm ve Muruzi Malikanesi olduğunu öğrendiğim binada önce Bursa’daki Yeşil Cami’den ahşap çizgiler yakalıyorum. Sonra duvarlarında Arapça hatlar (muhtemelen esma–i hüsna’dan alınmış) keşfediyorum. Ve o muazzam demir kapısında kocaman harflerle ‘Kelime–i tevhid’i okurken gözlerimin buğulanmasına engel olamıyorum. Bu bozuk da olsa ‘bizden’ hattan neden bu kadar derinden etkilendiğimi anlamanız için benim gibi Kiril harfleriyle kuşatılmış bir dünyada bir süre yaşamanız lazım zannediyorum.

Ve Muruzi Malikanesi’nin yanı başında bir kiliseye çekiliyor gözlerim. Elimdeki kitapta yazılı satırlardan gözlerim yanıyor. Bahçe duvarına dizilmiş toplara yaklaşıyorum yavaş yavaş. Üzerlerindeki Osmanlı tuğralarının ben baktıkça birer birer gülümsediklerini hissediyorum. Tuğraların içlerinde II. Mahmud’un “Adli” mahlası kolayca okunuyor. Tahminen 1827–28 Osmanlı–Rus Savaşı’nda Rus ordusunun eline geçen bu Osmanlı topları, St. Petersburg’a getirilmiş ve bu kilisenin bahçesini çeviren parmaklığa üçer üçer sıralanmış dekoratif bir unsur olarak. Okşadığım topların üzerine Osmanlı ustalarının düştüğü notlar ve işaretler yine I. Petro’nun kurmuş olduğu Kuntskamera Müzesi’nde sergilenen bir Osmanlı palasının üzerine kazınmış beyitle buluşuyordu.

Nihayet St. Petersburg’un en ünlü caddesi olan Nevskiy üzerindeki II. Katerina anıtından acı bir ayrıntı: Kırım’ı Osmanlılardan koparmayı başaran General Potemkin’in ayağının altında bir Osmanlı sancağı, bir başka komutanın ayağının altında ise Osmanlı sarığı duruyordu.

Dedim ya, şehirlerde, hiç tanımadığımız şehirlerde bile “kendimizi” ararız aslında. Kendimizi, yani bizi “biz” yapan ortak kırıntılarımızı.

St. Petersburg bu kırıntıları itina ile toplamaya çalıştığım bir şehir şu günlerde.

14.05.2002

Bir yanıt yazın