• Home
  • Derin Tarih
  • Sultan Vahidüddin’in Kur’an’ı yasakladığı yalanı

Sultan Vahidüddin’in Kur’an’ı yasakladığı yalanı

Maalesef tarihe belgeleri eğiq bükerek istediğini söyletme vak’alarının sayısı zannettiğimizden çok daha fazla. Hatta bu gayretkeşlik “iyi” diye bildiğimiz tarihçilerin kitap ve yazılarında dahi zaman zaman karşımıza çıkabiliyor. Bu durumda hakkında çatla patla bir buçuk sayfalık bilgi bulunan bir tarihî kişilik hakkında yüzlerce saatlik dizi film çıkaran senaristlere şaşmamak gerekir.

Mesela Sultan II. Abdülhamid’in sözde bir “harf inkılabı” yapmak suretiyle Arap harflerinin yerine Latin harflerini getirmek niyetinde olduğu ama bunu başaramadığı yolundaki gittikçe geniş kitlelere yayılmakta olan bir safsatadır. Şöhreti boyunu aşan ve fikir menapozu yaşayan Osmanlıca bilmez bir Osmanlı tarihçisi bunu da bir kitabına yazmıştı vaktiyle. O yazdı diye ‘kanıt’ teşkil etti cahil cühelaya.

Şimdilerde Harf İnkılabı’nın toplumsal idrakte gevşeyen menteşelerini tutturmak ve dökülen boyalarını yenilemek mecburiyetini hisseden kimi aklıevveller, kargayı kılavuz bellemiş burunlarıyla bunu bir ‘kanıt’ gibi sunma derdine düşmüş durumdalar. Bakın, sizin “İslamcı Sultanınız” bile Arap harflerinden şikayetçi ve o dahi Latin harflerinin kabul edilmesinden yana, siz hangi kafayı taşıyorsunuz? diye caka satıyorlar.

Baylar!, hangi kafayı taşıdığımızı Elhamdülillah biliyoruz. Biz hakikati, yalnızca hakikati arıyoruz, çünkü Hakk’a ayarlı kafamız, gönlümüz, elimiz. Siz ise tarihten acemice silahlar yontmak derdindesiniz. Lakin dikkat edin, yonttuğunuz o silahlar bir gün bir yerlerinize batabilir!

Ezelî kaidedir bu. “Kılıçla gelen, kılıçla gidecektir.”

Şimdi şu sözde iddianın dizildiği “çürük iplik”i bir yoklayalım mı? Bakalım kaç büyüklüğünde sarsıntılara dayanabilecek?

Sultan 2. Abdülhamid’in bu aziz millet tarafından bir “millet büyüğü” olarak sevildiğini gören meşum komitacılar ona duyulan derin hürmet ve muhabbete bütün yalan ve iftiralarına rağmen mani olamayınca bu defa dönüp taktik değiştirdiler ve onu milletten uzaklaştıramıyorsak milleti ondan uzaklaştıralım, soğutalım silahına sarıldılar. İngilizlerin ta Başbakan W. E. Gladstone’dan aşinası olduğumuz sinsi taktiği buydu zira. Elinden alamıyorsan ondan soğutacaksın. Mealen “Sömürmek istiyorsak ya Kur’an’ı Müslümanların elinden alacağız veya Müslümanları Kur’an’dan uzaklaştıracağız” demişti Avam Kamarası’nda.

Önce bir ara tespit: “Harf İnkılabını az kalsın ‘Ulu Hakan’ yapacaktı!” şeklindeki akla zarar iddiayı ileri süren zevat sahte bir hatırata dayanıyor.

Ardından söyleyelim ki, Abdülhamid Han’ın bize intikal etmiş herhangi bir hatıratı bulunmamaktadır. Sözü edilen Siyasî Hatıratım (Dergâh: 1999) adlı yayın güya Sultan 2. Abdülhamid tarafından “padişahlıktan uzaklaştırıldıktan hemen sonra kaleme alınmış” ve Selanik’te bir tabur askerin koruduğu Alatini Köşkü’ne hapsedilmiş vaziyetteyken kaleme alınmış, her nasılsa köşkten ayrıldıktan sonra Ali Vehbi Bey diye bir gazetecinin eline geçmiş, o da hanedandan ve saraydan bazı zevatla da görüşerek ilave bilgiler edinmiş ve bunlarla hatıratı harmanlayıp Fransızcaya tercüme etmiş ve Sultan Abdülhamid’in sağlığında, yani Harf İnkılabından önce Neuchatel’de 1913 yılında kitap olarak yayımlamış ama hatıratın da Osmanlıca aslı kaybolmuş bu arada! (Adam da iyi tezgâhtarmış hani. Zira Almanca ve İngilizce versiyonlarını da yayımlamış bu sahte hatıratın. Herhalde yüklü miktarda telif ücretleri karşılığında oraya buraya satıp köşeyi dönmüş olmalı.)

Sultan II. Abdülhamid Araplar, Kürtler, Arnavutlar ve sair Müslüman unsurların Latin alfabesine geçilirse anında tespih taneleri gibi dağılacaklarının farkındaydı. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla bugünkü anayasanın temellerini atan metin Dolmabahçe Sarayı’nda Sultan II. Abdülhamid Han’ın huzurunda okunmuştu. Kanun-ı Esasi’nin okunuşunu tasvir eden bir gravür.

Burada akla gelen ilk soru, bu sözde hatıratın Osmanlıca aslının nerede olduğu… Fransızca, Türkçe, Almanca ve İngilizce tercümeleri ortada ama bir tek orijinali yok. Çok garip değil mi?

İkinci sorumuz, Ali Vehbi Bey adlı bu uyanığın eline fırsat geçmişken 1913 yılında ve henüz Harf İnkılabı yapılmamışken neden hatıratı mesela İstanbul’da Türkçe/Osmanlıca aslını yayınlamak yerine çeşitli dillere tercüme ederek veya ettirerek yurt dışında bir magazin piyasası oluşturmaya çalıştığıdır.

Ali Birinci hocamız bu hatıratın “tarih usulünün gerekleri yerine getirilerek”, yani eleştirel bakışı elden bırakmadan kullanılabileceğini söylemiş olsa da (Dîvân, 19, 2005, s. 177-194) taşıdığı çelişkiler, farklı üslup ve en önemlisi, aslının elimizde bulunmayışı gibi gerekçeler metni güvenilir olmaktan çıkarmaktadır.

Metindeki üslubun Sultana ait olmadığını ve olamayacağını anlamak için alim olmaya gerek yok. Mesela şu fikirlerin ona ait olduğuna, üstelik daha tahttan indirilmeden 9 yıl önce not defterine yazdığına inanmak mümkün mü?

İdaresi çok güç olan ve millî gücümüzü yiyip bitiren Balkan devletlerini kaybetmiş olduğumuza üzülmüyorum. Ne kadar küçülür, teksif olursak o kadar kuvvetlenir, ‘hasta adam’lıktan kurtuluruz.”

Besbelli ki 1900’de değil, 1913 veya sonrasında kaleme alınmıştır bu cümleler. Hem Sultan Abdülhamid “Balkan devletleri”ni kaybettiğine üzülmüyor, aksine seviniyormuş, dahası toprak kaybetmekten adeta keyif alıyormuş, öyle mi? Ne kadar küçülürsek o kadar iyidir, diyormuş bir de. El-İnsaf yahu.

Sonra acaba devr-i saltanatlarında hangi “Balkan devletleri”ni kaybetmiş? Böyle ucube bir laf söylenir mi? Bazı Balkan topraklarını dese neyse de, bu “Balkan devletleri”ni kaybetmek de ne demek oluyor? Yani Sultanın kafasında, o topraklar kendi elindeyken de “Balkan devletleri” imiş, öyle mi? Güldürmeyin adamı.

Böyle bir şuursuzluk şaheserini Sultan Abdülhamid gibi ecdadından tevarüs ettiği toprakları korumak uğruna ömrünü heder etmiş, hatta kellesini ortaya koymuş bir vatanperver hükümdara mal etmek densizliği hangi ajanın eseridir? Bilelim ki, bu sözler ona yapılmış en büyük hakaretler cümlesindendir.

Öte yandan aslı elimizde bulunmayan Siyasî Hatıratım’daki bilgiler ancak başka kaynaklarca doğrulanabilirse kullanılabilir, aksi halde yukarıdaki gibi ona hakaret kastı taşıyan çok sayıda acayip sayfayla karşı karşıya gelmemiz ve apışıp kalmamız kaçınılmazdır.

Şimdi gelelim Sultanın Harf İnkılabı hakkında sarfettiği idida edilen cümlelere.

 

Halife Harf İnkılabı yapacaktı öyle mi?

Burada da Sultanla bağdaştırılması mümkün olmayan garip bir mantıkla karşı karşıyayız. Kitaptaki ifade aynen şöyle:

Halkımızın (…) Yazma, okuma sanatını öğrenmek arzusu diğer milletlere nazaran daha az olmamakla beraber ya imkân azlığından veya güçlüklerden dolayı bu vazifeden kaçmaktadırlar. Zira yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur. Her ne kadar bu harflerle, lisanımızdaki bazı sesleri vermek güçlüğü mevcut ise de, bunu ayarlamak şüphesiz kabil olabilir.”1

Tut kelin perçeminden derler ya, aynen öyle!

Güya Halife-i rûy-i zemin Sultan Abdülhamid Efendimiz bir yandan Hilafetin nicedir ihmal edilen gücünü Müslümanların nefes aldığı kıtalara nasıl olur da yayarım, diye gece gündüz düşünür ve didinirken öbür yandan da Latin alfabesini imparatorluğa gizli gizli getirmek istiyor ve halkı ‘cahillikten’ ancak böyle kurtarabileceğine inanıyormuş!

Zaten ancak pamuk ipliğiyle kendisine bağladığı Araplar, Kürtler, Arnavutlar ve sair Müslüman unsurların Latin alfabesine geçilirse anında tespih taneleri gibi dağılacaklarını ve Sultanın itibarının bu “gâvurluk” karşısında yine anında yerle bir olacağını bilmek için kâhin olmaya hacet yok. Sultan Abdülhamid bir körün bile görebileceği bu korkunç ihtimali düşünmekten aciz biri midir ki, nüfusun yüzde 10’una daha okuma yazma öğretmek uğruna binbir emekle bir arada tutmaya çalıştığı imparatorluğun yere düşen kristal bir vazo gibi dağılmasına razı olabilsin. Çok şükür ki Sultanın parlak aklı bu hezeyanları sarfetmeyecek kadar başındadır.

Kaldı ki bu tür ifadeler onun yönetim mantığına ve 30 küsur yıl boyunca uyguladığı eğitim ve kültür politikalarına da hiçbir şekilde uymaz. Uymaz, uymaz ama birileri çıkıp pekala uyduruverir. Hem de hangi sözümona “kaynak”ta? Osmanlıcası/Türkçesi bir türlü bulunamayan ama Fransızca, İngilizce ve Almanca tercümeleri ortalıkta fır fır dolaşan bir sözde kaynakta(!).

 

Kararname ne diyor?

Şimdi diğer iddiaya gelelim. Osmanlıca bilmeyen ama ahkâm kesmekte üstüne olmayan aklıevvelin yazdığı sosyal medyada fink atıyor. Güya Sultan Vahidüddin Kur’an basılmasını yasaklamış! Bakın, diye bir Osmanlıca ‘belge’ ile birlikte, sizin göklere çıkardığınız Sultanınız bu işte! diye kuyruklu bir yalan haber servis ediyorlar.

Yeter artık. Bıktık usandık katmerli yalanlarınızdan!

Şu 90 yıldır söylemediğiniz yalan, atmadığınız iftira, tahrif etmediğiniz belge kalmadı. Erzurum Kongresi tutanaklarının tarih kitabı diye önümüze sürdüğünüz propaganda eserlerinde nasıl makaslandığı ortada. Mustafa Kemal’in Sultan Vahidüddin’e çektiği “geçmiş olsun” telgrafı ise işlerine gelmediği için atlanıp geçilir. Oysa 14 Ocak 1920 tarihli bu metnin başında “Atebe-i Seniyye-i Hazret-i Hilafetpenahiye” ibaresi bulunmaktadır ki Osmanlı kitabet üslubunu aynen devam ettirmektedir. İbare bile düşündürücüdür, zira “Halife hazretlerinin yüce eşiğine” anlamına gelmektedir. Bu demektir ki, Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktıktan yedi ay sonra bile Halife-Sultan Vahidüddin’in “yüce eşiğine” telgraflar çekebilmektedir!

Peki metin ne diyor? Aynen aktarıyorum:

Meclis-i Milliyi teşrif-i şahanelerinden mahrum bırakan rahatsızlık bütün teba-i hümayunları meyanında Heyet-i Temsiliyemizin pek ziyade duçar-ı teessür etti. Cenâb-ı hâfız-ı hakiki vücûd-i hümayunlarını âfât-ı kevniyeve semâviyeden masun buyursun. Âmin.”

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Hey’et-i Temsiliyesi namına Mustafa Kemal” imzasıyla 14 Kânun-i sâni 1336 (14 Ocak 1920) tarihinde çekilen telgrafın bugünkü dile çevrilmiş hali şöyledir:

Halife hazretlerinin yüce eşiğine

Milli Meclisi saltanatınızla teşrifinizden mahrum bırakan rahatsızlık bütün yüce tebaanızı olduğu gibi Heyet-i Temsiliyemizi de pek ziyade üzüntüye düşürdü. Gerçek koruyucu olan Cenab-ı Hak üstün vücûdunuzu dünyevî ve semâvî afetlerden korusun. Âmin.”

Telgraf birkaç açıdan önemli:

  1. Klasik Osmanlı bürokratının Padişaha yazdığı “yüce eşiğine” ifadesi kullanılmış,
  2. İstanbul’da açılan Meclis, Meclis-i Millî, yani Millet Meclisi kabul edilmiş,
  3. Padişahıh hasta olduğu için Meclise gelememesi bütün tebaayı olduğu gibi Heyet-i Temsiliyeyi de fazlasıyla üzüntüye boğmuş,
  4. Sonradan onu hain ilan edecek olan Mustafa Kemal Paşa, telgrafta Sultan Vahidüddin’in yüce vücudunu gerçek koruyucu olan Allah’ın dünyevi ve uhrevi afetlerden koruması duasında bulunuyor (burada kevnî kelimesi dünyevî, semavî kelimesi manevî olarak anlaşılabilir).

Peki devrin gazetelerinde de yayımlanan bu belge neden Kemalist tarih kitaplarına girmemiştir? Girmez, çünkü ezber bozan yaramaz bir tarafı var. Ve Kemalistler de ezberlerinin bozulmasına fena halde bozulurlar!

 

İşte aşağıda tam çevirisini verdiğimiz “Sultan Vahdettin’in Kur’an’ı yasakladığı belge” diye sunulan kararname de bu korkunç çarpıtmalardan biri.

Şimdi tam metin olarak okuyalım:

11 Receb 1327 tarihli Matbuat Kanunu’na müzeyyel karârnâme

Mehmed Vahidüddin

 

Madde 1: Resâil-i mevkûteden maâda cerâidde âyât-ı Kur’âniye ve ehâdis-i şerifenin meâllerinden bahs olunabilirse de aynen ve tamamen derci memnu’dur. İşbu memnu’iyete muhâlif hareket eden gazetenin müdir-i mes’ulü ile makaleyi yazan onar liradan yirmişer liraya kadar cezâ-yı nakdî ya yirmidört saatten bir haftaya kadar hapis veyahut her iki cezâ ile birden mücâzât olunurlar.

Madde 2: İşbu karârnâme tarih-i neşrinden mu’teberdir.

Madde 3: İşbu karârnamenin icrâsına Hariciye, Dahiliye ve Adliye nezaretleri memurdur.

Meclis-i Umuminin ictimaında kanuniyeti teklif edilmek üzere işbu kararnamenin mevki-i mer’iyete vaz’ını irade eyledim.

17 Safer 1340/19 Teşrinievvel 1337

Sadrazam Şeyhülislam Hariciye Nazırı Dahiliye Nazırı ve Nafia Nazır Vekili

Tevfik Nuri Ahmed İzzet Ali Rıza

Harbiye Nazırı ve Bahriye Nazır Vekili Şura-yı Devlet Reisi

Ziyaüddin Tevfik

Adliye Nazırı Ticaret ve Ziraat Nazırı

Kazım Safa ??

Maarif Nazırı ve Evkaf-ı Hümayun Nazır Vekili Maliye Nazırı

Said Faik Nüzhet

 

Şimdi de aşağıda ne dediğinin daha iyi anlaşılabilmesi için kararnameyi sadeleştirerek veriyorum:

 

11 Receb 1327 tarihli Basın Kanunu’na ekli kararname

Mehmed Vahidüddin

 

Madde 1: Süreli olarak yayımlanan risaleler dışında kalan gazetelerde Kur’an ayetleri ve hadis-i şeriflerin meallerinden bahs olunabilirse de aynen ve tamamen sayfalara aktarılması yasaktır. İşbu yasağa aykırı hareket eden gazetenin sorumlu müdürü ile makaleyi yazan onar liradan yirmişer liraya kadar nakdi ceza ya yirmidört saatten bir haftaya kadar hapis veyahut her iki ceza ile birden cezalandırırlar.

Madde 2: İşbu kararname yayımlandığı tarihten itibaren geçerlidir.

Madde 3: İşbu kararnamenin icrasıyle Dışişleri, İçişleri ve Adalet bakanlıkları görevlendirilmiştir.

Meclis-i Mebusan toplandığında kanuniyeti teklif edilmek üzere işbu kararnamenin yürürlüğe konulmasını irade eyledim.

17 Safer 1340 19 Ekim 1921

(Takvim-i Vekâyi, 21 Ekim 1921)

 

Allah aşkına bu kararnamenin neresinde yazılı Kur’an basmanın yasaklandığı?

Bir kere dergilerde basılabilir, diyor, onu bir kenara koyuyor.

İkinci olarak meal ve bahis arasında geçmesinde bir sakınca yok diyor.

Son olarak gazetelerde aynen ve tamamen sayfalara aktarılmasına yasak getiriyor.

Peki neden yasak getiriyor?

Şundan: Gazeteler okunduktan sonra sağa sola atılıyor, kese kağıdı yapılıyor, temizlik bezi olmaktan tutun da balık sarmaya kadar nice pis işlerde istimal ediliyor. Bunlar hepimizin malumu. Şimdi kolaylıkla çöpe atılabilen veya ayaklar altında kalabilen gazete gibi bir yayın organında Kur’an-ı Kerim’in basılması bir kere Kur’an’a edepsizlik, dolayısıyla Allah’ın kelamına hakaret olur. Bugün bile muhafazakâr gazeteler buna dikkat ederler. Öbür Ramazan tüccarları ise yeter ki satış olsun, bunu umursamazlar.) Ama bu bir vebaldir ve bir Halife, bir Müslüman bir Sultan kendisini ve tebasını böyle bir vebalden korumayacak da neden koruyacaktır?

Dolayısıyla Sultan Vahidüddin gazetelerde Kur’an’ın aynen ve tamamen sayfalara aktarılmasını yasaklamakta son derece haklıdır ve bunun Kur’an’ın basılmasını yasaklamakla asla ve kat’a bir alakası bulunmamaktadır.

Kemalizm tarihi çarpıtma makinesi olarak çalışmıştır ve paslanan makineyi çoluk çocuğun eline vermek sahiplerine şah kazandırmaz.

1 Siyasî Hatıratım, Dergâh: 1999, s. 143. Bu hatıraların bazı kısımları Almanya’da Nord und Sud’da Almancaya ve ABD’de New York Times’da İngilizceye çevrilerek yayınlanmıştır.

Bir yanıt yazın