Tek Parti döneminde sansür

“Sansür” denilince nedense akla tek gelen isim Sultan II. Abdülhamid oluyor. Oysa ne sansürü başlatan oydu ne de uygulayan tek devlet adamı.

Hemen hepimizin kullanmakta olduğu Twitter’ın bir süreliğine dahi olsa kapatılmış olması ister istemez akla sansürü getirdi. Haberleşme özgürlüğümüzün kısıtlanmasına yönelik bu kararın başka türlü algılanma ihtimali de galiba yoktu.

Peki yakın tarihimizde basın sansürü ve yayın-haberleşme özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar nasıl uygulanmıştı?

“Sansür” denilince nedense akla tek gelen isim Sultan II. Abdülhamid oluyor. Oysa ne sansürü başlatan oydu ne de uygulayan tek devlet adamı.

Donald J.Cioeta’nın (IJMES, 10 (1979), s. 167-86) parlak bir şekilde ortaya koyduğu gibi sansür dünyada ilk kitap ve gazetenin basılmasıyla birlikte başlamıştı ve daha önemlisi, istisna değil, kural olagelmişti.

Kaldı ki İngiliz basını 1860’lara kadar kışkırtıcı iftira kovuşturmaları ve müsadere vergileri gibi denetim araçlarının baskısından yakasını tam olarak kurtarabilmiş değildi. ABD’de resmi sansür daha çok solculuğa ve pornografiye, daha yakınlarda ise devlet sırlarını teşhire yönelikti. Abdülhamid’in zamanında Fransa ve Almanya en gaddarından yumuşağına derece derece resmi sansürden mustaripti. Hatta Rus Çarlığında hem basılmadan önce hem de basıldıktan sonra sansürün uygulanmadığı bir dönem yok gibiydi.

Kaldı ki, Sultan Abdülhamid bütün imparatorluğa sansür uygulayacak denetim gücünden mahrumdu ve üstelik Cioeta’nın araştırmasında gösterdiği gibi Lübnan ve Suriye basınında İstanbul’da yasaklandığı söylenen ‘burun’ gibi kimi kelimeler rahatlıkla kullanılabilmişti.

Öte yandan Mete Tunçay “Tek Parti döneminde basın” adlı makalesinde şu tespite yer verir:

“Bu dönemde (Tek Parti iktidarında-M.A.) basın özgürlüğünün olmadığını söylemek yetmez. Osmanlı Mutlakiyetinde de, basın, hükümetin istemediklerini yazamazdı. Tek Partili zamanda ise basın, hükümetin istediklerini yazardı.”

Doğrusu, Mutlakiyet dönemi ile saltanatın yıkılıp Cumhuriyet’in kurulduğu dönemin basınları arasındaki fark ancak bu kadar veciz anlatılabilirdi.

Ünlü gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın “Tanin” gazetesinde Hilafet’in kaldırılmasına itiraz etmiş, hakkında soruşturma açılınca da köşesinde siyaset dışı konulara yer vermeye başlamıştı. Düşünün, yazmak değil de, ‘yazmamak’ bile onun İstiklal Mahkemesi’nde başını ağrıtmış ve bu defa ‘yazmayarak muhalefet’ ettiği gerekçesi suçlamalar arasında yer almıştı.

kapak

Gazeteciler İstiklal Mahkemesi’nde yargılanırken.

Bu arada Cumhuriyet’in ilanından 20 gün kadar önce sansür resmen kaldırılmıştır güya ama unutmayalım ki, 13 Haziran 1946’da mahkemelere intikal edinceye kadar gazete kapama yetkisi hükümetin iki dudağı arasındaydı.

Bu arada Cemil Koçak’ın “Muhalif Sesler” (2011) adlı kitabındaki örnekler hem bol hem de çarpıcıdır.

Bazılarının ellerinden gelse ‘Aydınlanma azizi’ ilan edecekleri Hasan Âli Yücel’in 28 Ocak 1942’de Maarif Vekili sıfatıyla Başbakanlığa gönderdiği bir yazıda bazı yüksekokul öğrencilerinin gazete ve dergi çıkarma girişimlerini var gücüyle engellemeye çalışmakta olduğunu görürüz. İşte o yazısından birkaç cümleyi ibret-i alem için aşağıya alıyoruz:

“Henüz tahsil devresinde olanların muhtelif alanlardaki iddialarını bir hakikat olarak neşretmeye seviyelerinin müsait olmadığı, (…) bulundukları kültür müesseselerinin disiplinini bozmaya yol açacak vaziyetler ihdas etmesi (doğurması) bakımlarından da doğru değildir.”

Sözde Aydınlanmacı Yücel, lise mezunlarına kanunen tanınan gazete çıkarma yetkisinin kaldırılıp bu hakkın sadece üniversite mezunlarına tanınması gerektiğini önerecek kadar da özgürlükçüdür! Bir Milli Eğitim Bakanı göz göre göre yüksekokul öğrencilerinin yasal hakkını gasp etmek istemektedir. Koçak’a göre “Bu tutum, Tek Parti döneminin bir kânun devleti dahi olamadığını açıkça göstermektedir!” (s. 159)

Dergilere gelince; “Büyük Doğu” tehlikeli olmaya başladığı 1943 sayılarından itibaren sıkı sıkıya takip altına alınıp zaman zaman yazılarından dolayı kapatılacak, Necip Fazıl hakkında davalar açılırken ertesi yıl sıra bu defa solcu “Adımlar” dergisine gelecek ve hakkındaki resmi yazıda yalnız dergide yazılanlardan değil, “yazılması beklenen, fakat yazılmamış olanlardan da hareketle” bir yargıda bulunulduğu görülecektir. “Adımlar”ın bütün suçu, ekonomik ve sosyal meselelerden bahsetmekti halbuki! O tarihte bu konuların işlenmesi düpedüz komünistlik sayılıyordu çünkü.

vesika

Başbakanlık Basın Yayın Müdürlüğü’nün gazetelere gönderdiği dinî yayınların yasaklanmasını rica eden emir.

Peki ya kitaplar?

1943 yılında Samsun’da Ahmet Tosun tarafından bastırılan ve Ladik ile çevresinde yaşanan korkunç depremin insanî acılarını anlattığı “Zelzele Destanı” adlı kitapçık, içinde sırf bir ayeti zikretti diye kamuoyu üzerinde nahoş bir tesir husule getireceği gerekçesiyle ve laikliğe aykırı bulunduğu için yasaklanıp toplatılacaktır. Merak mı ettiniz? Buyurun bir kıtasını beraber okuyalım (Süleyman Kocabaş’ın “İnönü Dönemi” (2009) adlı kitabından):

“Kullar ne bilsin başa gelecek hali/Hake yeksan oldu bütün ahali/Kırıldı bu milletin kolu kanadı/Gökte melekler yerde insan ağladı.”

Başbakanlık Arşivi’ndeki 1944 tarihli bir belgeye göre Kur’an okumayı öğreten bir Elifba’daki “Arapça dualar” açıkça din propagandası yapma suçu kapsamına sokulmuştur. Ertesi yıl yayınlanan “Mızraklı İlmihal” için ise Diyanet’ten görüş alınıp yasaklanmıştı.

Yine Tek Parti dönemindeyiz. 24 Mayıs 1948’de Başbakan Hasan Saka tarafından Adalet Bakanı’na şöyle bir yazı gönderilir:

“Son günlerde düşkün maksatlar peşinde koyan birtakım günlük, haftalık veya aylık mecmua ve gazetelerin ulu orta makale ve fıkralar yazarak ammenin (kamuoyunun) manevi kuvvetlerini zaafa uğratacak ve halkı tefrikaya düşürecek şekilde neşriyatı âdet haline getirdikleri görülmektedir. Milletimizin her zamandan ziyade uyanık bulunmasını gerektiren bu günlerde cumhuriyet savcılarının bu kabil yayınlar hakkında daha hassas davranmalarını ve siyasi ve gayri siyasi yayınları muntazam ve mütemadi tetkikten geçirerek suç sayılacak yazılara tesadüf olunduğu takdirde hemen gerekli kanuni soruşturmalara geçmelerinin zaruretini kendilerine hatırlatmakta fayda bulmaktayım…”

Tek Parti döneminde resmen sansür var olmamakla birlikte hükümet çok kolay yasak getirebiliyordu. İstanbul’da çıkan “En Son Dakika” gazetesiyle “Kutlu Bilig” dergisi din propagandası yaptıkları gerekçesiyle kapatılmıştı. Öte yandan Basın Genel Müdürlüğü 1942 Temmuz’unda gazetelerin dinden bahseden her türlü makale, yazı ve tefrikaların yayınından vazgeçmesini, başlamış olanların da en az 10 gün içinde sonlandırılmalarını ‘rica’ etmişti.

Örnekler bol. Ama Nadir Nadi, “Cumhuriyet”teki köşesinde “perde aralığından’ şöyle bir fotoğraf düşürmüş önümüze: “Fakat o günkü Türk rejimi ne idi? (…) Aramızda bizim yönetim sistemimizle “muz rejimi” diye ara sıra şakalaşırdık.”

23 Mart 2014, Pazar

Bir yanıt yazın