Teokratik örgütlenme
Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un Adli Yıl’ın açılış konuşmasında şüphesiz en sarsıcı cümle, “Türkiye Cumhuriyeti’nin örgütlenme bakımından teokratik” olduğu idi. Nitekim en fazla tartışılan, daha doğrusu üzerinde en fazla konuşulan; ama derinliğine fazla inilemeyen kritik cümlesi de bu oldu ‘tarihi’ konuşmanın.
Bir devletin “örgütlenme bakımından teokratik” olmasından ne anlamalıyız?
Herhalde şunu. Teokratik bir devletin yerine kurulan seküler devletin (burada TC’nin), kuruluş şeması ve işleyişinde teokratik olan selefinin (burada Osmanlı Devleti’nin) örgütlenme şeması ve işleyişini büyük ölçüde tevarüs ettiğini.
Eğer teokrasiden murat şeriat ise, bunun yeniden ve yeniden tartışılması gerekir, zira şeriatın, hele hele Osmanlı Devleti bünyesinde uygulanan şeriatın bugün anladığımız manada devletin kullarına yönelik dayatmalarına kılıf uyduran bir hukuki ve idari çerçeve olmadığını, tam tersine, devletin cemaatlere yönelik zapt u rapta alma girişimlerinde daima devletin icraatını baltalayıcı ve halkın menfaatini gözetici bir tampon, bir nevi “ara bölge” işlevi yüklendiğini biliyoruz. Yine bugün anlaşılanın tam tersine, bir tür laik kanunlar diyebileceğimiz örfi hukuk uygulamaları, mesela padişah fermanları, şeriatın topluma nefes aldıran menfezlerini daraltmaya ve gevşettiği bağları sıkılaştırmaya yönelik çabalar olarak karşımıza çıkmaktadır!
Şerif Mardin, Osmanlı sisteminde padişahların kanun yapma yetkilerinin, yani şeriat harici yasamanın, modernleşme dönemindeki aydınlar tarafından “keyfilik” ile suçlandığını ve bir “kanun mantığı”na sığmadığı için eleştirildiğini söyler. Buna mukabil Şinasi, Namık Kemal ve Ali Suavi nesli, Batılı anlamda bir kanun hakimiyetini tesis etmek için yola çıktıklarında, karşılarında “şeriatın uygulamasında somutlaşmış bir kanun hakimiyeti” fikrini bulmuşlar ve ona sarılmışlardı. Şeriat ise temelde iyiliğin gözetilmesini, kötülüğün uzaklaştırılmasını herkesin, özellikle de devletin üzerine bir borç olarak yüklüyordu. Bu durumda iyiler ve kötüler ortaya çıkıyor, devletten ve kurulu düzenden yana olanlar iyi, ona karşı olanlar veya değiştirmek isteyenler kötü oluyordu.
Modernleşme sürecinde şeriatın keyfilik karşısında aldığı tutum ve kanun hakimiyeti fikri kadar iyiliğe ve kötülüğe verilen bu anlamlar da bir nesilden öbürüne geçiyor, etkisini sürdürüyordu. İşte Mardin’e göre “Kemalist Türkiye, bu tür bir meşruiyet temeli”ne dayanmak zorunda olduğunu görmüş ve bu rolü üstlenmişti (Türk Modernleşmesi, İletişim: 1992, s. 120). Bu süreklilik, sanıyorum Sayın Selçuk’un “teokratik örgütlenme” dediği şeye tekabül etmektedir.
Seküler devlet, teokratik olduğunu iddia ettiği selefinin kapladığı alanı iğne deliğine varıncaya kadar doldurmak iddiasıyla kuruldu. Bu yüzden din ve ahlak alanlarındaki örgütlenmenin, yani medreselerin yerine “bilim” eksenli seküler örgütlenmeyi, yani üniversiteleri, tekkelerin yerine de halk evlerini ikame etmek türünden uygulamalar, gelenek eksenli dini (teokratik) örgütlenmenin ister istemez yeni bünyede kılık değiştirerek yaşamasını getirecekti. Neticede bir zamanlar medreselerde sakalsız öğrenciler eğitim alamazken, bugün sakalla eğitim yapılamaz hale gelecekti üniversitelerde.
Değişen ne oldu sahi? 1933’te yapılan Üniversite Reformu, çok mu “bilimsel yöntemler” ışığında yapılmıştı? Ne gezer?
Geleneksel Osmanlı medreselerinin söz geçirilemeyecek zirveleri (mesela Babanzade Ahmet Naim), bir gecede kapı önüne konuldu ve rejime sadık olmak şartıyla birçok yeni hocaya gün doğdu. Darülfünun’un tasfiyesi, dönemin pek çok ünlü hocasını fakr u zarurete düşürmüştü. Tasfiye edilen hocaların içinde, okuldan atılmayı gururlarına yediremeyerek intihar eden sınai kimya dalındaki ilk Türkçe kitabın yazarı Cevdet Mazhar Bey (1870-1934) gibilerinin olduğunu da biliyoruz. Nitekim İÜ Rektörü geçtiğimiz yıl profesörlere, ilk görevlerinin okula başörtülü öğrenci sokmamak olduğunu söylediğinde bu “teokratik örgütlenme” mantığı, dibe vurmuştu.
Nihayet geçtiğimiz pazar günü haberlerde DPT Müsteşarı Orhan Güvenen’in görevden alındığını öğrenince, “Tamam bu iş” dedim. “Devletin gerçekten ‘teokratik’ bir zihniyetle örgütlendiği konusunda Sayın Selçuk tamamen haklı. Eserleri ABD üniversitelerinde okunan dünya çapında bir bilim adamı ve bürokratın sekreterini bile atayamadığını şikayet etmesinin karşılığı bu devlette tam da bu olmalıydı.” diye geçirdim içimden(!) Başka türlü olsaydı, “teokratik” örgütlenmenin varlığından şüphe edecektim zira.