Türkçe ezan ve Menderes
İntihar bombacısı Nico’nun görevi, Sultanahmet Camii’ni bombalamaktır. Cepleri patlayıcılarla dolu parkası sırtında, camiye yaklaşır.
Sağ cebindeki düğmeyi 5 saniye basılı tuttuğunda patlayıcılar ateşlenecek ve cami, kendisiyle birlikte havaya uçacaktır. Tam o sırada minarelerden “Allahu ekber, Allahu ekber” diye bir ses yükselir. Hayatında hiç duymadığı bu sesi bir yerlerden hatırlıyor gibidir. Kaldırıma oturur, başını elleri arasına alır ve hatırlamaya çalışır. Ezan “Eşhedü enla ilahe illallah”a el verdiğinde yıllar önce babasının yumuşak sesinin de aynı şeyleri tekrarladığını hatırlar ve ağlamaya başlar. Kendine gelir, bombayı patlatmadan kaçar gider.
Turgay Güler’in “Mehdix” adlı romanında (Popüler Kitaplar, 2006) geçen bu ilginç sahne, bana ezan yasağından dönüş anını hatırlatır. 18 yıl süren bütün baskılara, yasaklara ve unutturma çabalarına rağmen, Ezan-ı Muhammedî, 16 Haziran 1950’den itibaren halkın bilinçaltından bir su gibi fışkırmış ve çoraklaşmaya yüz tutan gönüllere ışık serpmiştir.
Onun için 16 Haziran tarihi, Ezanın Kurtuluşu bayramı olarak kutlansa sezadır.
Bugün ezanın kurtulduğu gün Türkiye sathında yaşananlardan bir demet sunacağım. (Geniş bilgi için Timaş’tan çıkan “Türkçe Ezan ve Menderes” adlı kitabımıza bakılabilir.)
Trabzon’daki havayı Kutuz Hoca’nın hatıralarından okuyoruz:
“Yeni karardan haberim olmadığı için ezanı Türkçe okumaya başladım. Caminin önünde oturan cemaattan haberi duyanlar vardı; bana bağırmaya başladılar. İlk anda ne olduğunu anlayamadım, anlayınca da şaka zannettim. Ciddi olduğuna kanaat getirince Arapça okumaya başladım. Minaredeyim; bir de ne göreyim, kadın erkek herkes camiye doğru koşarak gelmeye başladı, uzak evlerde ise insanlar avluya çıktılar. Bir bayram havası, bir basü bade’l-mevt [yeniden diriliş] yaşandı o gün.”
Ahmet Lütfi Kazancı ise Çorum’daki o günü şöyle hatırlıyor:
“Ulu Cami’nin batıya bakan kapısı önünde gördüğüm ak sakallı bir ihtiyar, müezzinin yolunu kesti, “Ezan Arapça’ya çevrilirse, Ulu Cami’de ilk Cuma Ezanını ben okuyayım diye nezrettim [adakta bulundum]. Kurbanların olayım, beni mahrum etme!” diye yalvarıyordu. İhtiyarın isteği kabul edildi. İç ezanını o okudu. Camiyi dolduran binlerce insanın sel gibi gözyaşı döktüğüne şahit oldum. Hayatım boyunca bu kadar kalabalık bir topluluğun birlikte gözyaşı döktüğünü bir daha hiç görmedim.”
Bursa’da neler yaşandığını ise imam Bayram Sarıcan’dan öğreniyoruz:
“Öylesine bir atmosfer vardı ki, sanki İslamiyet eskiden varmış, bir ara yok olmuş, daha sonra da yeniden doğuyormuş gibi manevi bir hal… Herkes ağlıyor, sevinç gözyaşları döküyor ve birbirini tebrik ediyordu. Camiler cemaatla dolup taşmaya başlamıştı. (…)Türk Milleti Ezan’ın tekrar aslına uygun olarak okunmaya başladığı gün, yıllar sonra Bilal-i Habeşî’yi dinleyen ve heyecanlanan Medine halkının sevinç ve heyecanını duymuş ve o manevi havayı yaşamıştır. Ben de bu hali doya doya yaşayan ve teneffüs edenlerden biriyim.”
İşte o tarihte 13 yaşında bir çocuk olan tanığın gözüyle Konya’da ilk Arapça ezan okunduğu günden bir kesit:
“Gittik, Kağnıcı Hafız’ı aldık, getirdik. Konya’da Kapu Camii var, minaresine çıkarmışlar, okumuş bir kere. Aşağıda cemaat hüngür hüngür ağlıyor. “Ulen bir daha oku” diyorlar Konya tabiriyle, “bir daha oku”. Üç defa okuttular ezanı, ondan sonra millet gözyaşlarıyla camiye girdi.”
Vehbi Vakkasoğlu, merhum babasından Kahramanmaraş’taki atmosferi şöyle nakletmiş:
“Aşağıdan tekbirler bir daha coştu. Ezan da dalga dalga yükseldi. Ben, bir daha öyle bir ezan dinlemedim. Ezanın tadını öyle alamadım bir daha… Kalabalığın derin sükûtunun üstüne Ezan nuru yağmaya başlayınca, artık gözyaşları sel oldu, hıçkırıklar birbirine karıştı. Bir kalabalığın, bütün fertleriyle böylesine sevinç gözyaşı döktüğüne de, o günden sonra bir daha hiç şahit olmadım.”
Erzurum’u anlatmayı ise ehline, Mehmet Kırkıncı hocaya bırakalım:
“İkindi vaktinden itibaren ezanın aslıyla okunacağını haber alan Erzurum halkı, sokaklara döküldü. Caddelerde ve sokaklarda adeta bir bayram havası yaşanıyordu. Kadınlar ehram ve çarşaflarıyla toprak evlerin üstüne çıkmış, ezanın okunmasını bekliyorlardı. Kurban Bayramı’nda her köşede bir hayvan kesildiği gibi, o gün de insanların ekserisi Tebriz Kapı mevkiinden Lala Paşa Camii’ne kadar dizilmiş, kurban edeceği hayvanları dışarı çıkarmış, ezanın okunmasını bekliyorlardı. Kiminin elinde bir koyun, kiminin elinde bir koç, bazılarının yanında tosun ve bir kısım insanların yanlarında da deve olduğu halde büyük bir iştiyak ve hasretle ezanın okunmasını bekliyorlardı. Minarelerden Ezan-ı Muhammedî okunmaya başlayınca herkes sonsuz bir sürur içerisinde bıçağını kurbanının boğazına çalmıştı. İnsanlar tekbirlerle kurbanlarını kesiyor, kadınlar ve yaşlı insanlar da gözyaşı döküyorlardı. Bütün bunlar sevinç ve şükür gözyaşları idi. Zira tam 18 yıl devam eden bir zulüm bitmiş ve o büyük hasret sona ermişti.”
Uzun yıllar Nuruosmaniye Camii’nde görev yapan Enver Baytan hoca zamanın din adamlarının Menderes’in bu büyük hizmetine nasıl baktıklarını şöyle aktarıyor:
“Ali Haydar Hoca Efendi vardı, Allah rahmet etsin. İsmailağa’da bulunan Mahmut Efendi’nin hocasıdır. 1950’li yıllarda hayattaydı, ilmî gayreti yüksekti, dinin olduğu gibi yaşanmasından taraftı. Ezan aslına çevrildiğinde Hoca Efendi; “On Ali Haydar, bir Menderes bile etmez” demiştir. Bu ve benzeri hayırlı hizmetlerinden dolayı onu idam ettiler.”
O gün herkes sevinirken bazı hikmet sahipleri “Acaba bu nimetin şükrünü eda edemezsek Allah onu bir daha elimizden alır mı?” kaygısındaydılar. Haksız sayılırlar mı? m.armagan@zaman.com.tr
20 Haziran 2010, Pazar