Fransız gazeteci Laurent Arthur de Plessis bir Fransız televizyon kanalına yaptığı yorumda açık açık Türkiye’ye, daha doğrusu müstakbel “Akdeniz fatihi” ilan ettiği Recep Tayyip Erdoğan’a karşı İtalya, İspanya, Yunanistan ve Fransa’dan oluşacak bir Haçlı donanması kurulması çağrısında bulunmuş. Sözlerini TRHaber’deki çevirisiyle veriyorum:
“Avrupa ülkeleri ile Türkiye arasında bir çarpışma olacağını düşünüyorum. Askeri bir çarpışmadan bahsediyorum. Bu noktada Erdoğan Akdeniz’de savaş filosunu, Hint veya Pasifik okyanusunda bir operasyon sahası açmak için değil, Akdeniz havzasını fethetmek için geliştiriyor. Ayrıca görünüşe göre Fransa’daki ulusal donanmanın çevrelerinde, bunu tamamıyla onaylayan ve gemilerimizin ne kadar eksik olduğunu görmekten üzgün olan insanların var olduğu açık. Askeri bütçemizi feda ettik. Donanmamız giderek daha fazla acınacak duruma geliyor. Açık konuşmam gerekirse Erdoğan’ın ciddi şekilde aklında olan Akdeniz emellerini engellemek için bizim tarafımızdaki İspanya, İtalya ve Yunanistan’la birlikte, yönetici bir Latin gücü olmak için donanmamızı güncelleme zamanı geldi.”
150 yıldır küresel kapitalizmin tetikçiliğini yapan The Economist dergisinden tutun da Reuters Haber Ajansına kadar Batı mahfillerinin Putin ile birlikte düşman ilan ettiği Erdoğan hakkında aynı çevrelerin 2010’ların başına kadar ne denli pozitif bir hava estirdiğini bilince öfkenin kişiye değil, onun icraatına yöneldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Erdoğan o zamanlar Batı’nın gözünde Türkiye’yi modern ve demokrat dünyaya entegre edecek ‘çağdaş’ liderken sonra birden diktatör oluverdi. Halbuki Erdoğan aynı kişiydi. Onun idealinde 1990’larda ne varsa bugün de aynısı vardı. Başlangıçta Avrupa Birliği’ne girmeyi samimi olarak istediğine kuşku yok ama Türkiye’ye layık görülen o haksız bekle-gör, hatta sürüncemede bırakma politikası milli haysiyetimizle asla bağdaşmazdı. F-35’ler meselesinde de Türkiye adil olmayan muamelelere isyan etmekte sonuna kadar haklıydı.
Türkiye varoluş mücadelesi veriyordu ama Batı’nın gönlünden geçen, Türkü kendi haline bırakmamaktı. Zira biliyorlardı ki, Türk kendisine bırakılamayacak kadar tehlikeli bir millettir. Türkü Türkten kurtarmak gerekmektedir. En iyi Türk, elleri (mümkünse arkadan) kelepçelenmiş Türktür. Yukarıdaki Tiziano’nun meşhur İnebahtı tablosunda görüldüğü gibi diz çökertilip elleri arkadan bağlanmış ve “soyulmuş” Türk Avrupalıya sadece keyif verirdi. Onun içindir ki, İngiltere Lozan Barış Antlaşması’nı, ellerimizi sıkı sıkıya bağlayacak ve ekonomik olarak Avrupa’nın kuyruğuna takılmaktan başka çare bulamayacak hale getirdikten sonra imzalamış ve ancak Hilafeti kaldırttıktan sonra onaylamışlardı. Lord Curzon’ın İsmet Paşa’ya söylediği ileri sürülen “Bir gün kapımıza geleceksiniz” tehdidi gerçek oldu ve Türkiye, 1930’ların ortasından itibaren İngiltere-Fransa eksenine, 1940’ların ortasından itibaren de Amerika eksenine oturdu. 1948’de başlatılan Marshall yardımları ise kaşımızın gözümün hatırına değil, Amerikan ekonomisine geri dönecek bir üretim çemberi oluşturmak amacıyla verilmiştir.
Bunu ben değil, Tek Partili CHP idaresinde çeşitli bakanlıklarda bulunan Hilmi Uran hatıralarında şunları yazıyor:
“Daha ziyade Avrupa’nın imarına ve kalkınmasına yardım maksadıyla tesis edilmişken ihracatımız(ın) fazlasıyla Avrupa’nın kalkınmasını sağlamaya bizim de çalışmamız gibi bir formülle bize de teşmili (yayılması) kabul ettirilen Amerikan Marshall Planı’nın ilk yardım partisi bize 1949 senesi Mayıs’ında gelmişti ve bunlar bir kısım zirai traktörlerdi. Çünkü o vakit düşünüldüğüne ve kabul edildiğine göre, biz bir taraftan kömür havzamızı ıslah ederek Avrupa’ya kömür ihraç edeceğimiz gibi, bir taraftan da geniş topraklarımızın ekimine hız vermek suretiyle, fazla zirai istihsalda (üretimde) bulunacaktık ve ucuz hububat ihracı suretiyle de Avrupa’ya yardımda bulunacaktık. Bu sebeple Marshall Planı’nın ilk yardım malzemesi zirai traktörler olmuştu.” (s. 398)
Batı, karşılığını kepçeyle almayacağı hiçbir yardımda bulunmaz ve yardım ederken bile verdiklerinin dönüp dolaşıp kendi kasasına akacağı kaymaklı bir mekanizma kurmayı asla ihmal etmez.
Bu kısır döngülerle CHP devrinde, 11 Mart 1947’de girdiğimiz Dünya Bankası ve IMF bize soyup soğana çeviriyor ve Necip Fazıl’ın sözünü tersine çevirerek söylersek “Ne ol, ne öl” taktiğini uyguluyordu. Ölmemize izin vermiyordu, çünkü ancak yaşarsak sömürülebilecektik. Ayağa kalkıp prangaları kırmamıza da izin vermiyor, elinden kaçacağımızı ve ayaklarımızın felç olmadığını fark edecektik.
Türkiye on yıllarını, insanını ve enerjisini insafsızca soğuran bu kısır döngüden çıkmak zorundaydı. “Sen şeftali yetiştir, makineyi ne yapacaksın” tavsiyeleriyle oyalanan ülke, şimdi milli tankını, topunu, tüfeğini, otomobilini, ihasını, sihasını, helikopterini, uçağını, hatta insansız savaş uçağını yapma noktasına gelmişti. Artık kendi ellerimizle yapıyor, kendi ayaklarımızla yürüyorduk.
Ama hayır, bu Türk de çok oluyordu. İspanyol ressamı Tiziano’nun rüyası kâbusa dönmüş, ‘Barbaroslar asırlar sonra Akdeniz’e kaç gemiyle açılıyor?’ diye endişe fırtınalarına tutulmuştu. Buna izin verilmemeliydi. Kanuni’nin torunlarının yeni bir fetih rüzgârına kapıyı kapatmak gerekiyordu sımsıkı. Haçlı ittifakı öyle bir kurulmalıydı ki, yalnız Avrupa sathındaki Katolik ülkeleri birleştirmemeli, öz bünyelerinde bu hedefe atış yapacak devşirme oluşumlar da alabildiğine desteklenmeliydi.
Bunun için 28 Mayıs’a giderken Fransız gazetecinin Haçlı çağrısına içimizde alkış tutan ellere fırsat vermeyecek bir kararlılıkla gideceğiz sandık başına.
26.05.2023, muzakerat.com