Sedefkâr

“Bize sanat tarihi derslerinde İstanbul’un sınıf birincisinin Ayasofya olduğu okutuldu. Bir de Mavi Cami, Sultanahmet’ten silik soluk bahsedildi. İstanbul’a geldiğimde yanlarına gittim, içlerine girdim, Tepebaşı’ndan, Kadıköy’den uzun uzun baktım her ikisine de. Sonunda İstanbul’un sınıf birincisinin Ayasofya değil, Sultanahmet olduğuna kanaat getirdim.”

Bundan 10 yıl kadar önce İstanbul’da düzenlenen Dünya Mimarlık Kongresi’nde bunları söylüyordu Peter Einsenman. Peter Eisenman kim mi? ABD’li postmodern mimar ve düşünür. Elin postmoderni bile bizden daha insaflı. Fildişi kuleden konuşmuyor, geliyor, inceliyor, çıplak gözle gördükten sonra kararını veriyor, Batı ekolünden geldiği halde Sultanahmet’i seçiyor.

‘Medeniyetimiz şöyle, medeniyetimiz böyle’ diyoruz da Sultanahmet Camii’nin tamamlanışının 400. yıldönümüne 8-9 ay kaldı, bir hazırlık yapılıyor mu? Oysa ses ve ışık gösterilerinden sergi ve yayınlara kadar nice iş bekliyor bizi.

Tarihin dönüm noktalarında bulunmak sorumluluk ister. Fedakârlık ve teyakkuzda bulunmak zorunludur böyle anlarda. Nasıl 15 Temmuz’da FETÖ tehdidi karşısında ayaklandıysak bir daha böyle tuzaklara düşülmemesi için de bir büyük medeniyetin çocukları olduğumuzu hatırlatacak adımların atılması kaçınılmaz. Sultanahmet neden bu adımların kilit taşı olmasın?

Mehmet Genç hocanın deyişiyle Sultanahmet Camii’ni yapmak için acele etmedi Osmanlı. 1,5 asır düşündü, taşındı, Şehzade ve Süleymaniye yoklamalarından sonra Ayasofya’nın karşısına kubbesiyle değil, sükûnet ve zarafetiyle, akılcı çözümleriyle, 260 penceresinden sızan ışık deniziyle çıktı.

Ayasofya bir Hıristiyan bazilikası planı ile geniş ve yüksek kubbeli bir yapı tarzını ilk birleştirme denemesiydi. Kubbe ağır ama taşıyıcılar yetersizdi. Mimar Sinan kubbeyi mantıkî temellerine oturttu. İstanbul artık kubbeler şehri olacak ve asırlar boyu sevdalısı zarif minareleriyle fethi Efendimiz (as) tarafından müjdelenen Kostantiniyye’ye mührünü vuracaktı.

Peki neredeyse bütün kubbe ihtimallerini deneyen Sinan’dan sonra ne olacaktı? İşte bu tıkaç gibi soruya nefes aldıran Sedefkâr Mehmed Ağa olacaktı.

Kimdi Sedefkâr?

Ne şanslıyız ki, hem Mimar Sinan, hem de Sedefkâr Mehmed için yazılan kitaplara sahibiz. Onlar bize gözlerimizde şimşekler, gönüllerimizde hıçkırıklar çaktıran şaheserlerimizin dünyasını bir ayna gibi yansıtır.

Şimdi buyurun baş döndüren bir hayat hikâyesini okumaya.

Hayat macerasına muhtemelen Arnavutluk’taki Elbasan’da başlamış. Kanuni’nin son yıllarında İstanbul’a getirilip vefatından sonra sultanın türbesine “bahçe bekçisi” olmuş, ertesi yıl ise Topkapı Sarayı’na bahçıvan. Has Bahçe Bahçıvanlığı çok önemli, zira orada tarh ettiği çiçekler yıllar sonra Sultanahmet’in mavi çinilerine nakşolunacaktır!

Derken aşk çıkagelir. Aşk dediysem Has Bahçe’deki bir sazendenin saz takımına kaptırır gönlünü. Makamları bihakkın öğrenir, estrümanları kullanmayı da. Pisagor’dan beri musiki hakkındaki bilcümle teorik ve pratik bilgilerin hepsini öğrenir. Biriktirdiği parayla musiki aletleri satın alır ve bu meslekte öyle hızlı ilerler ki, dinleyenleri hayran bırakır sanatına.

Tam büyük bir musiki üstadı olacağı sanılırken gördüğü rüyayı tabir ettirdiği Şeyh Şaban-ı Veli hulefasından Vişne Mehmed Efendi kendisini musikiden soğutmuş ve tıpkı Cat Stevens’ın Yusuf İslam olurken gitarını yere vurup kırdığı gibi Sedefkâr da saz aletlerini baltayla hurdahaş etmiştir.

Balta elinde Sedefkârlar Atölyesi’ne döndüğünde bir genç dikkatini çeker. Sessizce önündeki kitaba dalmış, dünyayla alakasını kesmiştir. Ona ne okuduğunu sorar. ‘Mühendislik’ cevabını alır. (O tarihlerde mimarlık ve mühendislik aynı manadadır.) Merakını gidermek için hırsla sorar. O sırada atölyede bulunan birileri “Yahu şu genci bir imtihan et bakalım, belki işe yarar” diye uyarırlar. O da şart koşar: ‘Peki deneyelim. Keserle bir ahşap kirişe vurup bir yerine iz bırakın.’

Genç sedefkâra üzerine bir nişan tespit edilen ahşap kirişi ve keseri verirler. Sedefkâr Mehmed Besmele çeker, Allah’a tevekkül edip keseri sallar. Bir, iki, beş, on, yüz, bin… Aynı noktaya sektirmeden, şaşırmadan, sapmadan vurur, vurur, vurur… “Bir defa bile hiç mi hiç yanılmayup şaşmadı.” Keseri elinden zor alırlar. Gencin maharetine hayran kalırlar. “Eline, koluna kuvvet, Hak Teala Hazretleri sana uzun ömürler versin. Sedefkârlık ve mimarlık sanatı senin hakkındır” derler. Sınavdan alnının akıyla çıkmıştır.

Kitap okuyan geç adam bu hünerbaz kabiliyete mühendislik ve mimarlığı öğretmeye hazır olduğunu ve hemen işe başlamasını söyler. Lakin Sedefkâr bir ermiş kişiye bağlıdır. Ondan izinsiz iş değiştiremez. ‘Varıp izin isteyeyim, verirse elbette başlarım’ der. Onun hayır duasını almadan başlanacak işte uğur, meymenet olmaz çünkü.

Nitekim gider. O ismi mechul ermişin elini öper, vaziyeti anlatır.

Ermiş murakabeye dalar. Bir müddet sonra denizden çıkar ve “Oğul” der, “bu sanat sana uygun ve layık görüldü”. Zira mimarlar şerefli camiler ve mescidler yaparlar ki içinde Allah adı, Kur’an ayetleri yankılanır. Medreselerde ilim öğretilir, köprüler yaparsın, insanlığa hizmet etmek şereftir. Yalnız, der Şeyh efendi kulağına eğilip, “işini yaparken gücün yettiğince kelime-i tevhid ve kelime-i şahadeti dilinden düşürmeyesin. Böylece bu dünyayı imar ederken ahiretini de imar etmiş olursun ki, bu her meslekte bulunmaz bir imtiyazdır.”

Benzersiz Sultanahmet Camii’ne giden manevi yol böyle döşenir…

Sultanahmet

Ne Sedefkâr’ın hikâyesi biter, ne Sultanahmet’in. Lakin yerimiz dardır, yenimiz değil. Peki Sultanahmet Camii’nin içinde neden hiçbir camide olmadığı kadar mermer kullanılmıştır, bilir misiniz?

Bunu da anlatır bize Risale-i Mimariye yazarı Cafer Çelebi.

Caminin kubbeleri kapanmak üzeredir. Cafer Çelebi bakar ki Sedefkâr bir seccadeye oturmuş, bir elinde tesbih, öbüründe endaze (metre). Ustalar son rotuşlarla meşgul. Mimar inşaata nezaret ederken dudaklarında şeyhinin tavsiyesi kelime-i tevhid ve kelime-i şahadet. O sırada bir musiki üstadı çıkagelir, inşaatta bir süre dolaştıktan sonra kafası karışmış vaziyette Cafer Çelebi’nin yanı başına çömelir. Sedefkârın daha önceki işlerini sorar. Bir dönem musikiyle ilgilendiğini öğrenince cevabını bulmuş çocuk gibi sevinir. Der ki: “Bu ağa burada yalnız mimarlık yapmıyor, musiki de yapıyor!”

Nasıl olur? Taş, mermer, harç… Musiki üstadı ısrar eder:

“Bu eser bir bestedir! Şu an burada bir musiki icra ediliyor!”

Cafer Çelebi’nin kafasında şimşekler çaktıran açıklamasını şöyle yapar:

“Burada yontulan mermerler bile vecde gelmiş Mevlevilerin semaya başladıkları gibi sada vermekte. Camide biz musiki ilmini bittamam müşahade eyledik. Mimar içeriye 12 cins mermer seçip koymuş ki her birinden ayrı bir sada ve ayrı bir makam hasıl olur. Her mermer bir musiki makamında ses veriyor.”

“Dikkat ettim, yedi güvenilir usta durmadan çeşitli sesler çıkararak cami inşaatını dolaşıyor. Neden böyle bağırarak gezdiklerini çözdüm sonunda. 12 cins mermerin istenilen sesleri verip vermediğini (akustiği) kontrol ediyorlar. Vermeyince mermer yontanları uyarıyor ve gerekli düzeltmeyi yaptırıyorlar. Böyle bir bina ancak ilm-i musiki bilen biri tarafından yapılabilirdi mirim.”

Sultanahmet Camii’nde okunan ezan ve Kur’an neden içimize huzur aşılıyor diye düşünüyorsanız sırrı Sedefkârın dudaklarından düşürmediği kelime-i tevhid ve kelime-i şahadet ile musikiye aşina mermerlerde gizlidir derim.

Musiki bilen mermerler fikri bile bize o kadar uzak ki. Bir de kalkmışız, Osmanlı şu, Osmanlı bu diyoruz. Yahu önce edep, illa edep…

Bir yanıt yazın